2 Ekim Uluslararası Şiddetsizlik Günü’ne Türkiye sınırında IŞİD saldırıları, koalisyonun hava harekatı, tezkere oylaması, ülke içinde ise eylemciye, kadına, işçiye şiddet ile girdik

Şiddet coğrafyasının ortasında 'Uluslararası Şiddetsizlik Günü'

ONUR EREM - @onurerem

Şiddetsiz direnişiyle dünyaya örnek olan Mahatma Gandi’nin doğumgünü olan 2 Ekim, dün tüm dünyada Uluslararası Şiddetsizlik Günü olarak kutlandı. Birleşmiş Milletler tarafından 2007’de ilan edilen Uluslararası Şiddetsizlik Günü’nde İstanbul’daki Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi’nde Uluslararası Şiddetsiz Çatışma Merkezi Başkan Yardımcısı Hardy Merriman da şiddetsiz eylemin gücü üzerine bir konuşma yaptı.

Şiddetsizlik Günü’nde Türkiye’nin gündemi ise şiddetsiz olmaktan çok uzaktı. Mecliste yurtdışına asker göndermeye ve yabancı askerlerin başka ülkelere saldırmak amacıyla Türkiye’de bulunmasına izin veren tezkere oylandı. Ülkenin güney sınırında IŞİD saldırıları ve koalisyon güçlerinin bombalamaları vardı; ülke içinde ise kadına, eylemciye, LGBTİ’lere, azınlıklara, işçiye, göçmene karşı şiddet.

ŞİDDETİN ÜÇ SINIFI
Şiddet alanında çalışan akademisyenler, şiddeti üç sınıfta değerlendiriyor:

1- Doğrudan şiddet: Başkasına kasten zarar verme.
2- Yapısal şiddet: Toplumsal adaletsizlikler sonucunda insanlara zarar verilmesi.
3- Kültürel şiddet: Ulusal marşlar, söylenceler, şarkılar, öyküler, din, gelenekler, şarkılar kullanılan dil ve terimler ile doğrudan şiddeti ve yapısal şiddeti meşru kılan mekanizma.

Bu tanımlamaya göre, Türkiye’de onyıllardır varlığını koruyan yapısal ve kültürel şiddetin yanında son yıllarda doğrudan şiddetin yükseldiğini söylemek mümkün.

PARADİGMAYI DEĞİŞTİRMEK
Bu durumun etkilerini bu konuda çalışma yürüten uzmanlarla konuştuk. Hülya Üçpınar ve Hilal Demir geçen hafta İstanbul’da açılan Şiddetsizlik Eğitim ve Araştırma Merkezi’nin (ŞEAM) kurucularından. İzmir Savaş Karşıtları Derneği’nin kuruluşu döneminden beri 20 yıldır savaş karşıtı ve anti-militarist mücadele yer alan Demir ve Üçpınar, şiddetin kitle iletişim araçları ve sosyal medya aracılıyla günlük yaşamımızı giderek daha fazla biçimleyen temel dinamiklerden biri haline geldiğini, şiddet içeren eylem ve çatışmaların medyada yer alırken şiddetsiz uzlaşma ve çözümlerin haber değeri görmediğini söylüyorlar: “Doğrudan, yapısal ya da kültürel veya doğrudan ve yapısal ve kültürel, şiddet her biçimde satıyor. Şiddet, sorunlarla baş etmenin temel biçimi olarak sunulan ve tüketilen bir olgu. ​​Bizim için asıl mesele bu paradigmanın tersine çevrilmesi”.

Ancak Demir’e göre paradigmayı tersime çevirmek için gereken çaba harcanmıyor, şiddet eleştirilse de alternatifler üzerine yeterince tartışılmıyor. İşte ŞEAM’da bu eksikliği gidermeyi amaçlıyorlar. Hülya Üçpınar Şiddetsizlik Günü vesilesiyle Rojava’ya da değiniyor: “Sadece devlet şiddetinin değil, aktörü ve biçimi ne olursa olsun hayatımızın her alanına işlemiş olan şiddete karşın başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancımızı ve umudumuzu korumak gerek. Rojova, bu umudu taşımamız için yeterli bir deneyim olmalı bizler için.”

***

Mahatma Gandhi kimdir?
2 Ekim 1869 yılında doğan Mahatma Gandhi şiddet içermeyen aktif direniş ve eylemleriyle Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin lideri haline gelmiş, ülkesinin Britanya’dan bağımsızlığını kazanmasını sağlamıştı. 1930 yılında gerçekleştirdiği 400 kilometrelik Tuz Yürüyüşü dünya çapında ses getirmiş, isyan eden 80 binden fazla Hintli hapis cezasına çarptırılmıştı.

***

Avrupa Vicdani Ret Bürosu: Şiddetsizliğe ihtiyacımız var

Avrupa Vicdani Ret Bürosu (EBCO) Uluslararası Şiddetsizlik Günü ile ilgili bir açıklama yayınladı. Gandhi’nin “Şiddetsizlik insanlığın elindeki en büyük güçtür, insanlığın yaratabileceği en görkemli silahtan bile daha görkemlidir” sözünü hatırlatan EBCO Başkanı Friedhelm Schneider dünyanın şiddetsiz çözümlere ihtiyacı olduğunu belirtti: “EBCO olarak vicdani reddi şiddetsizlik, barış ve çatışma çözümünde bir araç olarak desteklemeye devam edeceğiz”. EBCO ayrıca dün akşam şiddetsizlik gününü kutlamak için Yunanistan’ın başkenti Atina’da bir tiyatro gösterimi ve tartışma düzenledi.

***

“Şiddetin olmadığı değil, şiddetin varolamayacağı koşulları aramamız lazım”
Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümünde yüksek lisans seviyesinde araştırmalar yapan İlkim Karakuş ile şiddet-şiddetsizlik ikilemi üzerine konuştuk:


-Şiddet ile şiddetsizliği iki karşıt kutup olarak tanımlamanın sakıncaları nedir?
Şiddete yaklaşım karşımıza, genellikle, keskin hatlarla belirlenmiş ikili bir karşıtlık olarak çıkıyor. Bir uçta, şiddeti gerekli ve hatta kaçınılmaz bir araç ve hareketin radikalliğinin yegane kıstası olarak kurgulayan; sekter ve tartışmaya kapalı bir şiddet taraftarlığı var. Diğer uçta, şiddeti her ne pahasına olursa olsun reddeden; ve bu reddedişle farklı koşulları ve varoluş biçimlerini gözardı eden ve bu yüzden buyurgan, tuzu kuru ve tepeden olma riski taşıyan bir şiddet karşıtlığı var. Çoğu zaman, bu ikilik arasında sıkışıyor, ve konuşamıyoruz.

Şiddeti “işe yarıyor”, “başka çaremiz yok” gibi zeminlerde savunmak; şiddetin ve beraberinde getirdiği sorunların konuşulmasını engelliyor. Havadaki işçi yumruğu patrona inemeyince kime iniyor; militanlığın pekiştirdiği erillik kimin başına ekşiyor; bu tip bir direnme pratiği kimleri içeriyor, kimleri dışlıyor gibi soruların önünü tıkıyor. Bir iktidar alanına karşı kullanılan şiddetin yarattığı, pekiştirdiği, yatırım yaptığı diğer iktidar alanlarına dair konuşamıyoruz, çünkü “başka çaremiz yok”. Bu yüzden de, bu direniş biçimi, demokratik, katılıma açık, sorunsallaştırılabilir, sorgulanabilir ya da eleştirilebilir bir şey olmaktan çıkıyor.

Başka yolların işe yaramazlığı, başka çarelerin yoksunluğuna karşın şiddetin ekonomikliği, pratikliği, verimliliği ve işlevselliği üstünden kurulan savunu; bu sefer de şiddeti radikallik kıstası haline getiriyor. “Tek ve en etkili çözüm yolu” olarak lanse edildiğinden, şiddet bu sefer “bir şeyleri değiştirme kapasitesi”ne denklenmiş oluyor. Şiddet, bir araç olmaktan çıkıp, kendi içerisinde bir amaç haline geliyor. Şiddetin gerçekten neyi başarıyor olduğu sorusu, şiddetin kendi içerisinde bir amaç haline gelişiyle arka planda kalıyor.

Şiddetsizlik kısmında ise, şiddetsiz direnmek, maalesef, farklı koşullarda her zaman mümkün olmayabiliyor. Farklı koşullarda mümkün olan, elde olanlarla şiddetsiz direnç alanları yaratma çabası, bir nevi kendi kazdığı araç-amaç ayrılmazlığı kuyusuna düşüyor. Aracı amaca yem etmeyelim derken; amaç, aracın gölgesinde kalıyor.

Direnişin muhatabının, iktidar sahibinin, dirence karşı kullanmaktan çekinmediği erkinin tezahürü çoğu zaman baskı ve şiddet oluyor. Bu şiddetten kaçınma çabası da, bu yüzden, bazen pasifize edici, el-kol bağlayıcı bir pratiğe dönüşebiliyor. İktidarın şiddetle bastırmaya olan hevesi, şiddetsiz direnişi “ne yaparsak polis/özel güvenlik/kolluk kuvvetler saldırmaz?” sorusunun arkasına sıkıştırıyor. Devlet, iktidar, sistem, polis, asker; karşı çıkılan her ne ise, meselenin nesnesiyken, öznesi haline geliyor. Bu da, direnenlerin iradesinin sınırlandırılmasına yol açıyor. Böyle olunca da, direnişin amacı ve ona ulaşma isteği; iktidarın şiddetinden kaçınma ve şiddetsizlik prensiplerine bağlı kalmanın gölgesinde kalıyor. Amaç uğruna şiddete başvurulmasına karşı çıkan şiddetsizlik; bu sefer amaçtan sahne çalıp amacın kendisi haline geliyor.

Yani, her iki uçta da, nasıl değiştireceğimiz sorusunu bir karşıtlık içerisine koymak, eksen kaymasına sebep oluyor. Bir örnekle açıklamak gerekirse, mesela, 3. Köprüye karşı sokağa çıktık diyelim. İki farklı senaryo var. Birincide, sokağa çıkıyoruz ve her zamanki gibi polis olağan saldırganlığıyla geliyor. Polisle çatışmaya girdiğimizde, bir süre sonra çatışmanın kendisini direniş olarak tanımlamaya başlıyoruz. Yani, eve gittiğimizde “of ne direndik be!” dediğimizde, kast ettiğimiz şey “çatışma” oluyor. Böyle olunca, polis yoksa çatışma; çatışma yoksa da direniş tanımlanamadığı için, polis bizim direnişimizin merkezinde konumlanıyor. Polis olmadan, direnmeyi tanımlayamıyoruz. Yani, eylemin amacına ne derece katkıda bulunduğumuz sorusunun yerini, radikalliğini içerdiği şiddetten alan bir değerlendirmeye bırakıyoruz ve 3. Köprüyü ya unutuyor, ya da 2. plana atıyoruz.

Diğer senaryoda ise, iki seçeneğimiz var. Birincisi, sokağa dökülüp, gazımızı, sopamızı yiyip, belki kayıplar vererek eve dönmek. İkincisi de, daha evden çıkmadan “ne yaparsak şiddete maruz kalmayız?” sorusunu sorup, ona göre bir yol haritası çizmek. Bu da, gene benzer bir şekilde, polisi alıp hiç işi olmayan bir meselenin tam ortasına koymak demek oluyor. Daha sopayı görmeden kendimizi terbiye etmiş, sınırlandırmış oluyoruz. Şiddetsiz direnebilmek için sormak zorunda kaldığımız “ne yaparsak şiddete maruz kalmayız?” sorusu elimizi kolumuzu bağlıyor; ve gene, 3. Köprüden sahne çalıyor.

-Bu ikilemin dışında bir alternatif var mı? İkilemden nasıl çıkılabilir?
Bu tip bir “şiddet şiddetsizlik karşıtlığı” içinde sıkışmak, ve “x’e karşı politika” üretmek yerine, merkezine bizi, beraber bir şeyler üretme kapasitemizi koyan bir çerçeve içerisinde, bu sorunların hepsini çözemesek bile, en azından bu sorunları hakkıyla konuşabileceğimiz bir zemine sahip olabileceğimize inanıyorum. Bunun içinde, çoğu zaman temsili sekter şiddet olarak sunulan anarka çerçeveden faydalanabileceğimizi düşünüyorum.

Anarşist teorinin bir bölümü, şiddeti savunan diğer düşünce akımlarından farklı olarak, araç ve amacı ayrılmaz bir bütün olarak kabul ediyor. Bu açıdan, “amaç uğruna ne yaparsak makuldür” gibi sorunları halı altına iten bir yöntemin önüne geçiyor. Aynı zamanda iktidar, hiyerarşi, hükmetme meselelerini de merkezine aldığından, (bu sorunları tamamen çözemiyor olsa bile) tartışılabilmeleri için bir alan sağlıyor. Örneğin, eril kahramanlıklar üreten militan kimliklere yöneltilen eleştirilere karşı “şimdilik idare edin” gibi bir susturma çabasını engelliyor. Dertler arası hiyerarşiler kurulmamasına, ya da en azından böyle bir şey olduğunda bunun açıkça sorunsallaştırılmasına zemin sağlıyor.

Diğer yandan, eylem biçimi olarak seçilen “doğrudan eylem”, tanımı itibariyle “bir şeye karşı” politikalardan ayrılıyor, ve karşı olunan şeyi yeniden üretme riskinin önüne geçiyor. Doğrudan veya prefiguratif eylem “özgürmüşcesine hareket etmek”, yani, kişinin, istediğini karşısındakini muhatap almadan yapması anlamına geliyor. Sivil itaatsizlikten farklı olarak, sivil itaatsizlik genellikle yapılanların sonuçlarına katlanmayı da içerirken; doğrudan eylem, istediğini yapmak, ve bunun sonuçlarından kaçmak üzerine kurulu. Merkeze amacın kendisini koyduğundan, yıkım ve “bir şeye karşı” olarak kurulan siyaset anlayışından farklı bir siyaset umudunu simgeliyor. Şiddet veya şiddetsizliğe dair genelgeçer katı bir tavır koymak yerine, bağlamı gözeterek; şiddet, şiddetsizlik ve mücadele hakkında gereğince konuşabileceğimiz bir alan sağlıyor ve kurucu bir politika inşa etme potansiyelini ortaya koyuyor.

-Şiddet Türkiye gündeminin değişmez parçası haline gelirken buna karşı neler yapılabilir?
Gündemdeki şiddeti ele alırken, bu şiddete karşı, yani iktidarın, güçlünün şiddetine karşı nasıl direneceğimiz, nasıl farklı bir dünyayı mümkün kılabileceğimiz sorusunu sürekli sormak gerekiyor. Ama, iktidarın şiddetine karşı olarak ortaya çıkan şiddeti değerlendirirken; şiddeti mümkün ve/veya gerekli kılan koşulları her daim aklımızda tutmamız gerekiyor. Örneğin, Kobane'de katliama karşı direnenlere şiddetsizlikten bahsetmek ne anlama geliyor, bunu düşünmek ve cevabıyla yüzleşmek zorundayız. Şiddetsizliği, şiddete karşı direnirken benimsenecek bir araca indirgemek yerine; şiddeti mümkün ve/veya gerekli kılan koşulların ortadan kaldırılmasına yönelik bir şekilde tanımlamak; hem farklı koşulları gözetiyor hem de yol üzerinde karşımıza çıkan sorunların çözümü için alan sağlıyor.

Şiddetin olmadığı değil; şiddetin varolamayacağı koşulları aramak; şiddetten, hiyerarşiden, tahakkümden arınmış alanlar yaratmak ve özgürlüğün bulaşıcılığına inanarak dayanışmaya devam etmek fikri, bana, dünyadaki tüm boğucu kötülüğe rağmen, umut verici geliyor.