Sevgili Ulrike,
Senin güzel adını, bu kötü vesile ile dahi olsa anmak ne büyük bir mutluluk, merhaba. Seni hücrende intihar süsü vererek öldürmelerinden bugüne 35 yıl geçmiş, daha güzel bir dünyaya olan eşsiz özlemini hâlâ yaşatıyor olsak da, ne çok zaman.
Geçtiğimiz hafta yaşanan olayların ardından iktidarın köşe silahşörleri kalemlerine sarılıp ortalığı çok fena kokutan yazılar kaleme almaya başladılar, televizyonlarda yaptıkları konuşmaları dinlerken ise kokudan daha beter görüntülerle karşı karşıya kaldık, resmen sı... neyse... Türköne’si, Ardıç’ı, Altan’ı, Beki’si, Ilıcak’ı... daha nicesi bu ‘gazeteye yazı yetiştirme’ yarışında o kadar kendilerinden geçtiler ki hangisinden bahsedeceğim bilemiyorum. Hele siyasetçiler Başbakan’ından tut, ana muhalefet partisine öğrencilerin ne şiddet düşkünlükleri kaldı, ne de faşistlikleri.
Sen bunları iyi bilirsin Ulrike... Vietnam’da yüz binler ölürken yaptığınız protestoları şiddete tapmakla eleştiren yüzsüzlerden, Rudi Dutschke’yi hergün manşetlerinde hedef gösteren kara basından... Ey anti-faşist kahraman inanabiliyor musun? Kimler, kimlere faşist diyorlar...
Haklısın, sebebi merak ediyorsun. Burası biraz uzun mesele... Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye’de öğrenciler, barışçıl bir protesto gösterisi yapmak istediler. Dövüldüler, bir hamile kadın yedeği tekmelerden dolayı bebeğini düşürdü, polis bu kez tazyikli su yerine tazyikli biber gazını tercih etti, ve biz memlekette, hele memleketin içindeki başkenti Amed olan memlekette, bu görüntülere çok alışıktık (dün de Kürt bir çocuğu vurdular başından, duydunuz mu?!). Alışık olmadığımız bunların ‘ileri demokrasi’ adı altında yapılıyor olmasaydı, basit bir öğrenci eylemi tam da sizin teorileştirdiğiniz üzere iktidarın yüzündeki demokrasi maskesini düşürüverdi.
Hükümetin en Avrupai ve en kerata bakanı Egemen Bağış, bebeği öldürülen kadınla, burnu/kolu kırılan öğrencilerle dalga geçercesine şu sözleri ediverdi:
‘Olaylar sırasında polise karşı kullanılan şiddet aşırıydı... Keratalar o yumurtaları atacaklarına getirselerdi, ben de sucuk getirseydim, yumurtalı sucuk yapıp konuşsaydık’.
Tabii midesine ve yemeye bu kadar düşkün bir zihniyetin protesto amaçlı yumurtadan, sucuk fantezilerine geçmesi doğal. 12 Eylül darbesinin otuzuncu senesinde yapılan anayasa referandumu için EVET oyu isteyen hükümet, ‘ileri demokrasi’ söylemini dilinden düşürmemişti, işkenceleri, idamları anlattıkça gözyaşı döktü Başbakan, bizim aklımıza belgesellerde ki timsahlar geldi,  Kendi 9 yıllık iktidarında işkencede ölenleri, vücudu yaşından çok kurşunla parçalanan Uğur Kaymaz’ı, MİT yetkililerinin davasında yargılanmasına izin vermedikleri Hrant Dink davasını ve Engin Ceber’i ve Güler Zere’yi ve...
Geçtiğimiz gün 9 yıldır her yerde, her koşulda konuşan iktidarın bir mensubu Ankara Üniversite’sinde konuşturulmadı, öğrenciler tepkilerini bu şekilde gösterdiler ve görsen çok beğeneceğin bir yumurta şenliği ile protestoyu sürdürdüler.  Sonra kıyamet koptu. O kapkaranlık yazılar... Ben de olan biteni anlamak için bu yazılardan oluşan çukurlara bolca girdim, çıktım... Birisi senden bahsediyordu Ulrike... İsmin ve mitin hala birilerinin tir tir titremesine yol açıyor, al sana bir tebessüm sebebi daha.   Bütün yaşamını belki de bu iki düşüncenden oluşan fikri hat belirlememiş miydi?  ‘Eğer çok üzgünsen, insanlar için iyi birşey yap, kendini çok daha iyi hissedeceksin’. Ve yılların tecrübesinin imbiğinden geçirerek eklediğin: ‘Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim’ cümlelerin?
11 Aralık'ta Zaman gazetesinde yayınlanan yazısına Naci Bostancı senin hayatına dair bir kitap okumaya başladığını söyleyerek başlıyor, tabii hemen ilgimi çekti. (muhtemelen: Ulrike Meinhof, Alois Prinz, Versus Yayınları, 2003). Yazar hemen yazının başında iktidarın gözleriyle sana akıl vermekten çekinmiyor:
“Ulrike aynı duyarlılık, toplumsal/politik ilgi ve bunların teşvik ettiği çalışma disiplini ile başka bir yol tercih etseydi, Almanya'ya olduğu kadar insanlığa da daha fazla hizmet ederdi.”
İnsan bu cümleyi görünce kitabı nasıl bir zihni kapasite ile yorumladığını merak ediyor; konuyu buradan bizim öğrencilere bağlıyor ve polis şiddeti faslına hiç girmeden geçip, toplumda oluşan o ürkütücü hisse ulaşıyor: öğrencilerin ve amaçlarının tehlikeli masumiyetine ve suçsuzluklarına!
...Söylemlerinden "siyasal masumiyet"e büyük önem verdikleri hissini doğuran öğrenciler bu okumayı yapabiliyorlar mı belli değil. Aynı şekilde "amacın masumiyeti" araçları mubah kılar, diye de düşünülebilir. Ama üniversite eğitiminin, branşı ne olursa olsun, amaçla aracın birbirini dönüştürdüğüne dair bilgiyi onlara vermiş olması gerekir... Fikirden, yöntemden, analizden doğrudan eyleme ve onun dramatik sonuçlarına dayalı bir haklılık ve masumiyet üreten bu dil tehlikeli. Tıpkı Ulrike gibi, hassasiyetleri olan insanları siyaset ne olursa olsun, bir ok gibi öne fırlatan bir dil bu.
Şiddet konusunda bu kadar ‘hassas’ yazarımızın Engin Ceber veya Güler Zere ile ilgili bir yazısının olmadığını sanıyorum, muhtemelen gözünden kaçmış!. Sonra da demokrasi ve eşitlik konularının öyle üniversitelilerin anladığımız gibi olmadığını ayrıntısıyla anlatıp, sözü polise ilk ve tek eleştirisine getiriyor:
...Polis gücünün öğrencilere karşı kullanılmasında çok sabırlı olmak, şiddeti en son seçenek olarak görmek gerekir. Çünkü polisin gücü, sıradan eylemciyi, bedensel acıları üzerinden keskinleştirir. Kitapların yapamadığını biber gazı, cop yapar...
Bu yazıyı okusan nasıl okkalı ve küfürlü bir yanıt vereceğini hayal edebiliyorum Ulrike. Gördüğün gibi mitin mezarının binlerce kilometre uzağında dahi birilerini telaşlandırıyor.  Türkiye’de büyük bir dönüşüm süreci, demokrasi maskesi altında sürerken, öğrencilerin ufacık bir eylemi egemenlerin telaşlanmasına ve hemen kolluk güçleri güzellemelerine yol açıyor. Evet, endişeliyiz, protestolarda yer almış öğrencilere karşı Ergenekon davası üzerinden bir operasyon yapılacağını seziyoruz, pek çok tirajlı gazete müsveddesinde boy boy manipülasyonlar, fotoğraflar yayınlanıyor, 27 Mayıs benzetmeleri ve darbe söylemleri ile masum ve suçsuz eylemci figürünü, birer darbeci/Ergenekoncu figürü ile dönüştürmeye gayret ediyorlar, tıpkı SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan ve arkadaşlarına yaptıkları gibi.
Neyse, enseyi karartmayalım Ulrike. Bizim memleketten çok büyük şiir ustaları çıkmıştır ve Cemal Süreya, o şairlerin en güzellerindendir, der ki bir şiirinde:

Biz kırıldık daha da kırılırız
Doğudan Batıya bütün dünyada
Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer
İki ciğer arasında bağlantı kurar
Büyür, bir gün, zenginleşir orada,
Çünkü Ali'yi dirilten iksir de saklı
Hasan'a sunulmuş ağuda,
Granitin de olur bir okyanus diriliği,
Nehirler daha uysal akar,
Bir çiçek nasıl açılıyorsa kendiliğinden
Bir kuş nasıl uçuyorsa
Öyle sever, çalışır insan,
Kıraçlar çarptıkça dağlara
Gül göçürür şafağından
Doğanın altın şafağından
İnsanın altın şafağından
Tarihin altın şafağından
Biz kırıldık daha da kırılırız
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.

Sevgiyle kal Ulrike. Elbette suçsuzlar kazanacak, muktedirleri ürküten korkunç masumiyetimizle biz kazanacağız!!!
14 Aralık 2010

EMRAH ALTINDİŞ
altindise@gmail.com