Şule Akşun, biyografik romanı Midhat Paşa’yı anlattı. Akşun, toplumun yitirdiği belleği yeniden inşa etmek zorunda olduğumuza dikkat çekiyor

Yitirdiğimiz belleği yeniden inşa etmeliyiz

Oğuz ALKAN

Şule Akşun kaleme aldığı 'Karanlıktan Doğan Aydınlık Midhat Paşa' adlı biyografik roman Destek Yayınları etiketiyle okuyucusuyla buluştu. İttihat ve Terakki hareketinin filizlenmesindeki en etkin isimlerden Midhat Paşa'nın fikirlerini anlatan romanda Cumhuriyet'e giden yolda aydınlanma meşalesini ateşleyen bir avuç aydından biri olan Midhat Paşa ve çevresi anlatılıyor.

Şule Akşun sorularımızı yanıtladı.


► Osmanlı’nın çözülüşünden Cumhuriyet’e uzanan süreç, içinde çok farklı dinamikleri barındırıyor. Kitap boyunca Midhat Paşa üzerinden bu farklı dinamiklerin de işlendiğini görüyoruz. Tüm bu dönem içinde Midhat Paşa’yı önemli kılan nedir? Siz okura ya da topluma nasıl bir mesaj vermek istediniz?
Midhat Paşa, döneminin en etkili ve ilerici devlet adamıdır. İki kez sadrazam oldu, valilikler yaptı. Meşrutiyeti ilan eden kişidir. Mesleki ve teknik okulların mimarıdır. Sultan Abdülhamid’in kurdurduğu düzmece Yıldız Mahkemesi’nde, Abdülaziz cinayetiyle yargılanmış, aslı astarı olmayan ithamlarla idama mahkûm edilmiş, sonradan bu idam kararı sürgüne çevrilerek Taif Kalesi’ne gönderilmiş, burada kaldığı dört yıl boyunca akıl almaz uygulamalara maruz kalmış ve en sonunda da kaldığı hücrede boğularak öldürülmüştür.

Yıldız Mahkemesi tarihimizin kurmaca ilk siyasi davasıdır. Bu davada gerçekler gün gibi ortada olmasına rağmen verilen karar siyasidir ve Midhat Paşa’nın yaptığı son derece etkili savunma bile kararı değiştirmeye yetmemiştir. Bu da bize yakın zamanda görülen, Ergenekon, Balyoz, Oda tv gibi birçok siyasi davayı hatırlatıyor.

Cumhuriyet'n tüm kazanımlarının sorgulamaya açıldığı ve değersizleştirildiği enteresan bir süreci yaşıyoruz. Çok uzun zamandan beri kabuğuna gizlenmiş bu günü sabırsızlıkla bekleyenler, Cumhuriyet’e saldırıldıkça ellerini ovuştururken, diğer taraf boynunu bükmüş elinden kaçırdıklarının arkasından bakmakla yetiniyor. Oysa bu Cumhuriyet bunu hak etmiyor. Bizi bugüne taşıyan kıymetli aydınların, ilericilerin hatırlanmaya ihtiyacı var. İşte Midhat Paşa bizi aydınlığa götüren ve bu yolda canını vermiş bir aydın, büyük bir ilerici. Toplumun yitirdiği belleği yeniden inşa etmek zorundayız. İstedim ki hafıza tazelemeye buradan başlayalım ve asla unutmayalım, ışık ne kadar az da olsa aydınlıktır ve karanlığa tutunanları ürkütür.

► Biyografik-tarihsel roman yalnızca kişileri değil aynı zamanda o kişilerin içerisinde bulunduğu toplumsal dokuyu da okura aktarıyor. Okuduklarımızı ister istemez kendi dönemimizle kıyaslayarak ve benzerlikler bularak anlamaya çalışıyoruz. Okur bu konuda nasıl bir yol izlemeli?
Midhad Paşa’nın biyografisini yazarken kaygım, içinde yaşadığımız döneme gönderme yapmaktı elbette. Şöyle ki; sansür, yasaklama, baskı, aydınların sürülmesi, etkisizleştirilmesi ya da hapsedilmesi, en küçük muhalefetin dahi zapturap altına alınması Abdülhamid döneminin karakteristik özellikleridir. Bunlar size de çok tanıdık gelmiyor mu?

► Postmodern bir zamanda ve her şeyin çok hızlı akıp gitmekte olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bireysel ya da toplumsal her şey çok çabuk unutulabiliyor. Oldukça önemli tarihi bir karakter ve dönemden yola çıkarak roman yazmış biri olarak, hafızaya ve hatırlamaya dair neler söylemek istersiniz?
Postmodern bir çağın sonuna yaklaşıyoruz. Postmodernizmi kısaca gerçeğin parçalanması olarak tarif edebiliriz. Herkesin kendi gerçekliği olması gerektiğini söyleyen bu anlayış, gerçeğin bu kadar çok olmasıyla asıl gerçeği de kaybetmiş oluyor. Gerçeklik kaybolduğunda da ne hafıza ne de akıl kalıyor. Postmodernizm dünyayı devrimler çağından ‘Yeni Ortaçağ’ düzenine taşıdı. 1970’lerin sonundan başlayıp bu güne kadar uzanan bir süreç bu. Gerçekliğin kayboluşu, yeni din, birçok kazanımın, ilerici fikirlerin kaybolmasına sebep oldu. En çok da toplumsal hafızanın kaybolmasına sebep oldu.
Toplumsal hafıza denen bir şey kalmadı. Her şey çok çabuk unutturuluyor. Kafalar, sahte gündemlerle tıka basa doldurulup, çöplüğe döndürüldüğü için oradan önemli olanları ayırmak, ortaya çıkarmak da bir hayli zor oluyor. Üstelik çok uzak zamanlara da gitmenize gerek yok. Susurluk gibi bir kazayla ortaya saçılan derin devlet gerçeğini kaç kişi hatırlıyor? Bize düşen hatırladıklarımızı hatırlatmaktır. Toplumsal belleği tazelemektir.

► Tarihe olan ilginin yapay olarak üretildiği, toplumun proje televizyon dizileri aracılığıyla tarihle buluştuğu bir atmosferde edebiyatın söyleyecekleri neler ve nasıl bir etkisi olabilir?
Fethi Naci’nin bir sözünü anarak başlamak istiyorum. 1980 öncesinde sendikalarda eğitim çalışmaları esnasında Fethi Naci de edebiyat dersleri veriyor. İşçiler Fethi Naci’ye “Tamam da biz devrimci edebiyat olarak ne okuyacağız?” diye soruyor. Burada Fethi Naci’nin cevabı önemli; “İyi edebiyat zaten devrimcidir”

Karanlık bir çağın, ‘Yeni Ortaçağ’ın sonuna gelmekte olduğumuzu umut ediyorum. Birçok kazanımımızı kaybettik. Artık sanat da edebiyat da çok gerilere düştü, değerini kaybetti. Benim iddiam her şeye yeniden başlamak. Belki iyi edebiyattan daha önce, gerçeklerin anlatıldığı bir yazım şekli oluşturulabilir. Ancak yazılması da yetmez okunur kılınması da gerekir. Bunun da bu şartlarda nasıl olacağı düşünülmeli. Belki Kemal Tahir’in yaptığı gibi tarihi romanlaştırmak bir alternatif olabilir.