Türkiye, tarihinin en kritik seçimlerinden birini gerçekleştirdi. Seçim sonuçlarını ülkenin tam da uçurumun kenarından döndüğü bir viraj olarak görebiliriz.

AKP politikalarının en ağır bilançosu kuşkusuz ülkenin işçilerine, emekçilerine kesildi. AB ölçütleriyle 2012’de yapılan araştırma nüfusun %50’sinin maddi yoksunluk içinde olduğuna dikkat çekerken, 2015 seçimlerine de kuşkusuz itiraz ve taleplerin ortak keseni olarak geçim meselesi ve yarattığı geleceksizlik kaygısıyla girdik.

Neoliberal tahakkümü, devleti aile holdingi gibi tekelleştirerek, toplumsal alanı İslami dogmalar üzerinden kuşatarak, en ileri sömürü düzeyinde inşa eden AKP, ne var ki bu seçimlerde oylarının 5’te 1’ini kaybederek halkın “iradesini” görmüş oldu.

Altı çizilmesi gereken bir faktör de, kapitalist küresel hiyerarşide Türkiye’nin “nasıl yönetilmesi gerektiğine” dair tasarımın netleşmesine dairdir. Hızlı metalaşma, özelleştirme, emeğin değersizleştirilmesi üzerinden işçi sınıfının, toplumsal muhalefetin denetim altına alınmasına yönelik “kontrollü otoriterleşmeye” bugüne kadar “evet” diyen bu tasarımda, “öngörülemeyen”, “yönetemeyen”, “karşısında daha güçlü bir isyan biriktirmeye başlayan” bir yönetim biçimi çıkarları tehdit eder hale geldi.

Dolayısıyla sınıfsal çelişkilerin en net hale geldiği günümüzde iki yönden de bir değişim talebi var. Peki değişim ne yönde olacak?

Bu kapsamda AKP’nin parlamentoda geriletilmesi coşkusuna kapılıp, “ehvenişer” tuzağına karşı da uyanık olunmalıdır.

2015’in 1. Çeyrek Ekonomik Görünümü

Ahvalimiz budur dedirtircesine, 2015 1. çeyrek büyüme rakamları iktisadi alanda bugünden topyekûn bir itirazı örgütlememiz gerektiğini bizlere bir kez daha hatırlatmaktadır.-0,3

1-ceyrekte-nasil-buyuduk-50850-1.

Dün açıklanan büyüme rakamları, herkeste şaşkınlık yaratarak %1,6 beklenti ortalamasının epey üzerinde, %2,3 olarak gerçekleşti. Rakamlar açıklandıktan sonra “Ee nereden büyüdük peki” sorusu da birçok kafada cevap aradı. Nitekim verilerden üretimin durduğu, yatırımın donduğu, ihracatın büyümeye katkısının negatif olduğu açıkça görülmektedir. Velhasıl, iç talebin büyümeyi sırtladığı da ortadadır. Ortadadır ancak sorular devam etmektedir, (I) yüksek gelir grubu, seçim dönemlerinde “belirsizlik” algısıyla tüketimlerini erteleme eğilimlerine sahiptir.

Buradan bir katkı çok da rasyonel değildir. (II) Bakacağımız yer emeğiyle geçinen geniş kitlelerin özel tüketim artışlarıdır. Nüfusun en büyük çoğunluğunu oluşturan bu kesimin gelirinde artış yaşanmamış, borçlanmalarında ciddi bir sıçrama olmamıştır. Peki, hangi gelirle, nereye, ne için harcamıştır bu insanlar? İşin sırrı da, büyümenin nasıl tasarlandığına dönük ipucu da burada yatmaktadır.

Bir önceki sene aynı dönem %4,9 gerçekleşen büyüme %2,3’e inmiştir. Öncelikle durgunluk devam etmektedir. Düşük büyümeye kamu harcamalarındaki ve ihracattaki daralmalar en büyük negatif katkıyı koyan kalemler olmuştur. Yatırımlarda gözlenen sıfır noktası ise devam etmektedir, ekonomide üretime dönük yatırım yapılmamaktadır. “Değerin” üretildiği, istihdam yaratıcı üretim faaliyetlerine dönük yatırım bilindiği gibi iç ve dış taleplerce desteklenir. İhracatta %11’i aşan daralma dış talepteki gerilemenin altını çizmektedir. Nitekim bu dönem büyümenin de neredeyse tek başına destekçisi iç talep olarak karşımıza çıkmaktadır. Özel tüketim harcamalarındaki artışın yaşandığı yer ise ulaştırma, sağlık ve elektrik, su, doğalgaz gibi kalemleriyle konut harcamalarıdır.

Ücret ve borçlanmada yaşanmayan artış harcanabilir gelirde de değişim yaratmadığına göre, vatandaşın bir yerden kısıp diğerine harcadığı ortadadır. Verilerden gıda ve giyimden kısıldığı, onun yerine diğer zorunlu harcamalara yönelmenin olduğu gözlemlenmektedir. Anlaşılmaz değildir, başta bahsettiğimiz gibi piyasalaşma, özelleştirme faaliyetlerinin talep yaratıcı ve enflasyonist niteliği göz önüne alınırsa ve mesela son dönemde özel hastanelerdeki katkı payının yüzde 200’e çıkarılması gibi yaşananlar da anımsanırsa, sürdürülen büyüme modelinin halkı açlıkla hastalık arasındaki bir tercihe zorlayan vahşi karakteri yine karşımızdadır.