12 Eylül’den miras medya

Funda Başaran - Prof. Dr.  

12 Eylül askerî darbesi Türkiye açısından tam bir dönüm noktasını ifade ederken, aynı zamanda da neoliberal politikalar aracılığı ile dünya kapitalizminin yeniden yapılandırılmasının siyasi, ekonomik ve ideolojik zeminini yaratmıştır. Siyasi, ekonomik ve ideolojik bir zemin derken, sadece siyasi iktidarı ele geçirmek, otoriter bir rejim tesis etmek ve bu yolla Türkiye’nin neoliberalizme tam uyumunu ifade eden 24 Ocak kararlarını hayata geçirmek için gereken ortamı yaratmaktan daha fazla bir şeyi ifade ediyoruz. Çünkü bugünden baktığımızda neoliberal politikaların nihai hedefi sadece ekonomik dönüşüm, gelişmiş ülkelerdeki sermaye fazlasının önündeki ulusal engelleri kaldırmak, piyasaları serbest ve küresel hale getirmek değil, aynı zamanda da toplumsal yaşamın temelini teşkil eden üretim ilişkilerini topyekûn değiştirmek suretiyle yeni bir neoliberal toplum yaratmaktı. Yani yeniden yapılanma için toplumsal değerlerin neoliberalizmin öncelikleriyle yer değiştirdiği, meta alanlarının genişlediği, tüm toplumsal ilişkilerin piyasanın öncelikleri doğrultusunda yeniden yapılandırıldığı, dahası kapitalist bir toplumda asla giderilemeyecek olan çelişkilerin derinleşmesine rağmen görünmez kılındığı yeni bir toplumsal ilişkiler sistemine ve bu ilişkileri doğallaştıracak yeni bir ideolojiye ihtiyaç vardı.  

ASKERÎ REJİM VE YASAKLAR 

12 Eylül askerî darbesi o zamanlar TRT televizyonu ve radyoları ile yazılı basından oluşan iletişim alanını tam bir kopuş noktasına getirdi. 12 Eylül’le birlikte, dönemin yegâne yayın kuruluşu olan TRT doğrudan emir komuta zincirine dahil olarak askerî rejimin propaganda aracına dönüştü. 

Yazılı basını oluşturan gazeteler ve dergiler ise darbenin ilk günlerinden itibaren kapatmalar, cezalar, yaptırımlar ve sansür uygulamalarıyla karşı karşıya kaldı. 12 Eylül’den bir hafta sonra Sıkıyönetim Komutanlığı’na her türlü basın yayın araç ve organları üzerinde “sansür koyma” yetkisi tanınarak başlayan süreç, birkaç ay sonra “gazete, dergi, kitap ve diğer yayınların basımını, yayımını, dağıtımını, birden fazla bulundurulmasını ve taşınmasını yasaklamak veya sansür koymak… Bunları toplatmak, bunları basan matbaaları, plak ve bant basan yerleri kapatmak… Yayına yeni girecek gazete ve dergilerin çıkarılmasını izne bağlamak.” gibi değişikliklerle genişledi. Birçok gazete süresiz olarak kapatıldı, Dönemin çok satanları da dahil pek çok gazeteye süreli kapatma cezaları verildi. Bazı hesaplamalara göre bu cezaların toplamı 300 günü buldu. 39 ton basılı yayın yakılarak imha edildi. 31 gazeteci cezaevine girdi, yargılanan gazeteciler için istenen hapis cezalarının toplamı 4 bin yılı aştı, 13 büyük gazete için 300’den fazla dava açıldı. Tüm diğer toplumsal örgütlenmeler gibi gazetecilerin sendika ve örgütleri de kapatıldı. 

Elbette tüm bunlar, askerî darbeler sonrasında yaşanması olağan baskı ve yasaklar olarak düşünülebilir. Tam da bu noktada asıl mesele bu baskı ve yıldırmalara basının hem kurumsal düzeyde hem de aktörler düzeyinde nasıl tepki verdiği ya da uyum sağladığı olmuştur. 

BASINDAN MEDYAYA 

Türkiye’de 12 Eylül yasak ve baskılarına dönemin basınının hızlıca uyum sağladığını söyleyebiliriz. Zaten darbeyi huzurun sağlanması için gerekli ve doğal bir olay olarak gören gazeteler ve gazeteciler, yasaklar ve baskılar arttıkça neyi nasıl haber yapacaklarını bilemez hale geldi. Kapatmaların satış gelirleri ve reklam gelirlerinde düşüşe neden olması ile birlikte baş gösteren ekonomik sıkıntı ise o dönemde sadece basın alanında yatırımları olan gazete sahiplerini ve gazetecileri oto-sansüre ikna etti. Bu oto-sansür aynı zamanda risksiz konularda haber yapmak, yani magazin haberleri ya da iş çevrelerinin magazini denilebilecek ekonomi haberleri yapmayı beraberinde getirdi.  

Yasaklar ortamında, gazetecilerin sendika ve diğer dayanışma örgütlerinin yokluğunda meslek içinde ciddi bir kargaşa süreci oluştu. 12 Eylül basınına dair tanıklıklarda, 1983-1984 yılları arasında bazı gazetecilerin, yakaladıkları “atlatma” haberin başkalarınca yayınlanmasını önlemek için, askerî yönetime telefon edip kendi haberlerini şikâyet ettiği ya da diğer yayın organlarında yer alan bir “atlatma” haberin fark ettiklerinde, sıkıyönetim savcılığını arayıp, bu haberin yasak kapsamına girdiğini ihbar ettiği anlatılır.  

Öte yandan askerî yönetimin yasaklamaları ile zaten zor duruma düşen pek çok basın kuruluşu da zaman içinde asıl işi gazetecilik olmayan, asıl yatırımları basınla ilgili olmayan patronların eline geçmeye başladı. Tüm dünyada iletişim alanında uygulamaya konulan neoliberal politikaların hızlandırdığı bu süreç, Raşit Kaya’nın “basından medyaya” dönüşüm olarak tariflediği durumla sonuçlandı. 

MAGAZİNLEŞME, HOLDİNGLEŞME  

1990’lara gelindiğinde yayıncılık alanına özel televizyonlar girmiş; Türkiye’de gazete, dergi, radyo ve TV sayısının hızla artmış; mülkiyet yapısında değişimler başlamış; gazetecilik, grup çıkarları ve güç odakları ile bağlantılı, toplumsal sorumluluktan yoksun, uzmanlaşmış ve kişisel pazarlıkların yapıldığı bir meslek haline gelmişti. Diğer yandan “yasaklar” döneminde “yasak savmak” için basının girdiği magazinleşme, hızını artırarak devam ediyordu.  

Neoliberal politikalar temelinde gelişen medya endüstrisi 1990’larda iki temel özellik gösteriyordu. Bunlardan ilki elbette yeni iletişim teknolojilerine yapılan yüksek maliyetli yatırımlar nedeniyle küçük ölçekli medya şirketlerinin ve alternatif medyanın marjinalleşmesi, geleneksel medya alanından dışlanması ve ulusal düzeyde ana akım diyebileceğimiz bir medyanın tüm kapsamı, olanakları ve gücü ile oluşmasıydı. Sektör yatay ve dikey bütünleşmelerle oligopolistik bir yapı kazandı. Bu durum aynı zamanda Türkiye siyasetinde özellikle haber medyasının yönlendiriciliğinin artmasına neden oldu.  

Medyanın siyaseti yönlendirebilme gücünün artması ile bağlantılı diğer sonuç ise medya sahipliğinin ekonomik olarak stratejik bir konum kazanması oldu. Sektöre girişin büyük sermaye gerektirmesi ve çapraz birleşmeleri engelleyen mevzuat eksikliği ile birlikte medya, çoğunlukla devletle iş yapan ve farklı alanlarda yatırımları olan büyük grupların oyun alanına dönüştü. 1990’lı yıllarda medya endüstrisine dair yapılan çalışmalar, medya şirketlerinin rasyonel bir kâr mantığı ile hareket etmediğini gösteriyordu. Bu yıllarda medya sahipliğinin asıl önemi, holdingin diğer şirketlerine ihalelerde rekabet avantajı sağlamasından kaynaklanıyordu. Kârlı olmayan medya işletmeleri, elbette ki siyasete müdahalenin, haraç mezat özelleştirilen kamu varlıkları için devletle pazarlığın araçlarına dönüştü ve bu pazarlığa medyanın elindeki her türlü olanak seferber edildi.  

12 EYLÜL’ÜN MEDYASI 

2002 yılında AKP iktidara geldiğinde, neoliberal politikaların en önemli bileşeni olan özelleştirmelerle dağıtılan kamu kaynaklarından maksimum pay kapmaya çalışan sermayenin medya gücüne sahip olmak için alana yönelmesi, medya-siyasi iktidar ilişkilerini çoktan bir karşılıklı bağımlılık haline getirmişti. Zira AKP’nin iktidara gelmesinde ve önlenemeyen yükselişinde başından itibaren siyasi istikrar ve kararlı ekonomik program gibi gerekçelerle medya önemli bir rol oynadı. Sonrasında da Erdoğan’ı popüler ve karizmatik lider diye tanımlayan ve onun söylemini yeniden üreten, onu bir medya gösterisi haline getiren de 1980’lerde oluşmaya başlayan medyanın ta kendisi oldu. AKP ve dolayısıyla Erdoğan’ın iktidarı güçlenip, otoriter bir biçim almaya yöneldiğinde ise bu karşılıklı bağımlılık, bazen gönüllü olarak, bazen de tehdit ve şantajlar yoluyla medyanın iktidara tam bağımlılığına dönüştü.  

Sonuçta iddia edebiliriz ki aradan geçen 43 yıla rağmen, günümüzün medyası 12 Eylül yasaklarının, neoliberal politikalar eşliğinde yaratmaya başladığı medyanın ta kendisi. Yaşadığımız toplumsal krizin zemini de 12 Eylül 1980’de kurulmaya başlanan siyasi, ekonomik ve ideolojik zemin..