2005 Yılına 17 Aralık "Brüksel zaferi"nin sarhoşlu-ğu içinde girmiştik. Gerçi bütün bir Ocak ayı, 17 Aralık gününe tarihin nasıl kayıt düşeceği tartışmaları ile g

2005 Yılına 17 Aralık "Brüksel zaferi"nin sarhoşlu-ğu içinde girmiştik. Gerçi bütün bir Ocak ayı, 17 Aralık gününe tarihin nasıl kayıt düşeceği tartışmaları ile geçmişti ama hiç kuşku yok ki, ortalama yurttaş çoğunluğu bu sonuçtan memnundu. Çeşitli toplum kesimleri, sınıfsal konumlarına bağlı olmaksızın, yaşamlarında önem verdikleri sorunlardan hiç olmazsa bir kısmının çözüme kavuşacağı beklentisi içine girmişti.

Türkiye'ye dayatılan olumsuz bazı özel koşullara karşın, sadece AB'den müzakere tarihi alınmasının bile birçok şeyin olumlu yönde değişmesine yeteceği varsayımı hakimdi. Sermaye çevreleri, yabancı sermayenin akın edeceğini, Kürtler, demokratik çözüm yollarının açılacağını, İslamcılar, "türban" konusunda belli bir rahatlamanın geleceğini düşünüyorlardı. Tereddütlü olması gereken dar gelirli çalışan kesim, "şimdikinden daha kötü olamaz" varsayımı ile ağırlıklı olarak pozitif beklentiler içindeydi.

Bütün bunların ötesinde, AB ile entegrasyon sürecine başlıca sivilleşme ve demokratikleşme perspektifinden bakan "aydın kesimi," bütünleşme gerçekleşmese bile, bu sürecin hiç olmazsa hukuk sisteminin hak ve özgürlükler alanını genişleteceğini, rahatlatacağını umut ediyorlardı.

Bu aşırı iyimser beklentilerin, 2005 yılı içinde gerçeklerle yüz yüze geldikçe, bir içe çekilmeye ve umutsuzluğa dönüşebileceği, böyle bir toplumsal psikolojinin, milliyetçi, otoriter ve yabancı düşmanı akımların ivme kazanması için biçilmiş kaftan olacağı, "ulusal kimlik konusundaki geleneksel hassasiyetlerin hızla kesinleşeceği" açıktı.

AB'den müzakere tarihi alınmasının üzerinden geçen bir yıl içindeki gelişmeler, taraftarların en ön saflarında yer alan sermaye çevrelerinin beklentilerini bile karşılamadı. TÜSİAD'la hükümet arasındaki gerginlik olabildiğine arttı. İstatistiklerde yüzde 6'lara ulaştığı ifade edilen ekonomik büyüme, reel göstergelere yansımadı. İstihdamı artırıcı yatırımlar gerçekleşmedi, işsizlik azalmadı, enflasyon düştü ama dar gelirlilerin geçim sıkıntılarında bir düzelme olmadı, iktidarın büyük iddialarla acil eylem planı içine aldığı sağlık sistemi, üç yıl sonunda ancak payandalarla ayakta durabilen ve kuş gribi ya da benzeri bir krizin, bugünkü boyutları biraz aşması durumunda yerle bir olmaya mahkum hale geldi. Kürt sorununun çözümü doğrultusunda bir iki olumlu adım atıldı ancak milliyetçi tepkiler karşısında kararlılık gösterilemedi. Sivil girişimlerin çabaları ile yaratılan çözüm olanakları çarçur edildi ve sorun yeniden ABD'nin siyasi ve askeri iradesine terk edildi.

iktidar, tabanını memnun etmek gayreti ile gündemde tuttuğu türban sorununa AB'den yeşil ışık gelmeyince, Avrupa'ya karşı hırçınlaşmaya başladı. Yan yollardan YÖK'ü devre dışı bırakarak, "imam hatipliler"e üniversite kapılarını açmaya, kadrolaşma çabalarına hız vermeye çalıştı. Bunları yaparken, yandaşlarını yeterince memnun edemediği gibi anayasal kurumlarla hükümet arasındaki ilişkileri de zedeledi.

Milliyetçi yükseliş, yer yer linç girişimleriyle, ulusal futbol karşılaşmalarında^ ilkel şovenizm gösterileriyle, toplantı ve sergi basma eylemleriyle sürüp gitti ve nihayet "milli katilimiz"in, faili meçhul bir af yorumuyla cezaevinden çıkartılması, bayrak ve karanfillerle karşılanması ve VIP muamelesi yapılarak jet hızıyla askerlikten muaf tutulmasıyla taçlandırıldı. Adalet Bakanı'nın geç kalmış başvurusu nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bütün bu olup bitenler ülkücü katilleri 30 yıldır koruyan güçlerin AKP iktidarında da korunmalarını muhafaza ettiklerinin en açık göstergesiydi.

Bu toz duman içinde en büyük düş kırıklığını yaşayanlar, dış dinamiklerle demokratikleşme yolunda mesafe alınacağı umutlarını besleyen kesimler oldu. Başta yeni ceza yasası olmak üzere, AB uyum yasalarının nasıl tuzaklarla dolu olduğunu ortaya çıkaran davalar birbiri ardına sökün etmeye başladı. Ceza Yasası'nın 288, 301 ve 305. maddeleri ünlü, ünsüz dinlemiyor, Orhan Pamuk, Hrant Dink, Aydın Engin yanında, adı sanı duyulmamış daha birçok kişinin hayatını karartıyor, Yücel Aşkın davası, siyasi görüşleri ne olursa olsun adalet duygusu taşıyan herkesin vicdanını sızlatıyordu.

Siyasi iktidarın, görünüşte hiçbir kesimi memnun edemeyen icraati ortadayken, gelin görün ki kamuoyu yoklamaları, şu anda seçim yapılsa, birkaç puanlık gerilemeye karşın, AKP'nin yine bugünküne yakın bir desteğe sahip olacağını gösteriyor. Önümüzdeki kısa dönem içinde olağanüstü gelişmeler olmazsa, ister erkene alınsın, ister 2007'ye kalsın, bu gidişle önümüzdeki seçimlerde siyasi tabloda dramatik bir değişiklik de beklenmiyor.

İktidardan vazgeçtik ama bütün koşullar bu ülkede sol bir siyasi alternatifin gelişmesinin gerektiğini göstermesine karşın, şimdilik ufukta böyle bir olasılık görünmüyor. Bu acayip durumu açıklamaya yönelik derin sosyolojik tahliller yapabiliriz. Siyasetin yaşamı değiştirecek bir araç olmaktan çıktığını; zaten dünyanın geri dönüşsüz çevre felaketleriyle yok olup gideceğini vb. vb. ileri sürebiliriz. Ama ortada hepimizin bildiği kaba bir gerçek var: Türkiye'de mevcut gidişattan memnun olmayan önemli bir yurttaş kesimi, oyunun boşa gitmeyeceğine inanabileceği bir siyasi parti seçeneği görmediği için sandık başına gitmiyor. Muhalif oyların büyük bir bölümü ise, ya baraj nedeniyle parlamentoya hiç yansımıyor ya da kerhen barajı geçme şansı olan bir partiye akıyor.

Gelin isterseniz şimdilik bu kaba gerçeğe dönelim ve şu sorulara yanıt arayalım: yüzde ıo'luk seçim barajının düşürülmesi için neler yapılabilir? Statükonun devamından yana bütün siyasi partilere karşı, tek hedefli, inatçı, kararlı bir demokratik toplumsal sokak muhalefeti örgütlenebilir mi?

Fazla bir şansı olmasa da, yüzde ıo'luk seçim barajının gayri meşru olduğunu hep bir ağızdan haykırmak bana anlamlı geliyor.