Batı’dan Doğu’ya güç kayması yaşanırken “kurallara dayalı uluslararası sistem” artık bir mitostan ibaret. Liberal uluslararasıcılık ısrarından vazgeçip barış ve güvenliğin sağlanması için farklı beraber çalışmalarına imkân verilmeli.

2024 yılına girerken: Gazze katliamı, Ukrayna Savaşı ve liberal uluslararası sistem
Fotoğraf: Depo Photos

Doç. Dr. Onur İŞÇİ

Tüm dünyanın gözleri önünde Gazze’de yaşanan katliam yarın bitse dahi artık normale dönmek mümkün mü? Bu makalenin yazıldığı gün itibariyle Gazze Sağlık Bakanlığı’nın son resmî açıklamalarına göre 21,000 Filistinli, İsrail Ordusu tarafından öldürüldü. Ölenlerin %40’ı 18 yaşın altında ve 51,000’den fazla yaralı var. Doğu Akdeniz sahilinde 360 kilometre karelik Gazze Şeridinde enklavlara sıkışmış biçimde hayatta kalabilen 2,3 milyon insan 2024 yılına perişan bir halde girecek. Açık cezaevini aratmayan koşullarda, salgın hastalık tehlikesiyle yaşayan kadın ve çocukların her gün maruz kaldıkları şiddeti düşününce savaş sonrası “normali” hayal edebiliyoruz: Sonsuz bir klostrofobi, yoksulluk ve öfke sarmalı.

80 kilometre ötedeki Batı Şeria’da da durum pek farklı değil. 1967’deki 6 Gün Savaşı sırasında yüzde 60’ı işgal edilen Batı Şeria’da 700,000 İsrailli yerleşimci yaşıyor. Bir mucize olur da iki-devletli çözüm kabul edilirse, bu yerleşimcilerin en az 200,000’i bölgeyi terk etmeye zorlanacak. Fakat İsrail, Gazze’de ve Batı Şeria’da tam da bu yüzden, yani iki-devletli çözümü engellemek için, yerleşimcileri kullanıyor. İkinci Dünya Savaşı ve Holokost sonrası “bir daha asla” diyerek, liberal uluslararası sistemin tesis ettiği küresel adalet kurumlarının bugün yaşanan adaletsizliğe, değil sessiz kalmak, arka çıkmalarını açıklamak mümkün değil.

20. yüzyıl tarihini bilenler, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işlevlerini günden güne yitirmelerine bakıp tüm dünyada ışıkların söndüğü ve karanlığın hâkim olduğu İki Savaş Arası Dönemi (1918-1939) anımsıyorlar. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Batı’nın dikte ettiği yeni uluslararası sistemi güç kullanarak değiştirmeye çalışan devletlerin sebep olduğu bölgesel krizler, 1939 yılında başlayacak büyük facianın habercisiydi. Bugün de durum farklı sayılmaz. Gazze’de yaşananlar sebebiyle 7 Ekim’den bu yana dünyanın ilgisi Orta Doğu’ya kaymış olsa da 2023 yılında Sahra Altı Afrika’dan, Orta Doğu ve Karadeniz’e uzanan geniş bir coğrafyaya jeopolitik istikrarsızlık hakimdi. 2024 yılında bölgesel çatışmaların ve güç kullanımının devam edeceğini şimdiden görebiliyoruz.

Gazze’deki savaştan etkilenecek başlıca kriz bölgesi kuşkusuz Ukrayna olacak. Yakında ikinci yılını dolduracak olan savaşta bugüne değin 10,000’den fazla sivil hayatını kaybetti. Daha iki gün evvel Ukrayna Hava Kuvvetleri, Kırım’ın Feodosiya Limanına demirlemiş Rus çıkarma gemisi Novocherkassk’ı imha etti, ancak bir gün sonra Donetsk yakınlarındaki stratejik şehir Mar’inka’dan geri çekilerek Rus ordusuna terk etmek zorunda kaldı. ABD’nin İsrail’e gönderdiği askeri ve maddi yardım 2023 yılı boyunca önemli bir karşı-saldırı gerçekleştiremeyen Ukrayna’nın daha az destek alması anlamına geliyor. Hele de 2024 seçimlerini Cumhuriyetçi Parti kazanırsa Ukrayna’ya ABD’den silah yardımı tamamen kesilebilir.

JEOPOLİTİK ÇIKARLAR

ABD’nin Ukrayna Savaşının başından beri öne sürdüğü “kurallara-dayalı düzen” ve insan haklarına koşulsuz bağlılık gibi prensiplerin neden Gazze’de tam tersini uyguladığını sorgulayan birçok devlet giderek liberal uluslararası sistemden uzaklaşıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 22 Aralık’ta Gazze’deki katliamı bitirecek somut adımlar atabilecekken, tam da İsrail’in istediği türden, içi boş bir karar geçirdi. Dolayısıyla

Gazze Savaşı’nın 2024 yılında devam edeceğini, ve bölgedeki ülkelerin Rusya ve Çin’e daha da fazla yönleneceğini tahmin etmek güç değil.

Oysaki, ABD yönetimi İsrail’e baskı yaparak savaşı bitirebilecek/yavaşlatacak konumdaki yegâne devlet. Geçmişteki Arap-İsrail Savaşlarında bunun örneklerini görüyoruz. 1956 Süez Krizi’nde Başkan Dwight Eisenhower (Cumhuriyetçi); 1973 Yom Kippur Savaşı’nda Richard Nixon (Cumhuriyetçi); ve 1983 Lübnan Saldırısı sırasında Başkan Ronald Reagan (Cumhuriyetçi) İsrail’e baskı yaparak ateşkese zorlamıştı. Öyleyse sorun Başkan Joe Biden’ın ve Demokrat Parti’nin dış politikada uyguladığı “liberal uluslararasıcılık” doktrininde mi?

Demokrat Partiye yakın Amerikan gazeteleri bile 2024 seçimlerine hazırlanan Joe Biden’a İsrail konusunda giderek daha eleştirel bir tutum sergiliyorlar. Daha da önemlisi, Biden, Demokrat Parti’ye yakın gençlerin desteğini kaybediyor. Washington’daki son anketlere göre Demokrat Parti’ye oy verenlerin yalnızca %30’u ve üniversite’de okuyan her 5 öğrenciden yalnızca 1 tanesi Biden’ın İsrail politikasını onaylıyor. 7 Ekim’den bu yana seçim anketlerinde Biden’ın popüleritesi %40’lara kadar geriledi. Üniversite yönetimleri ise Filistin’i destekleyen öğrencilere taban tabana zıt bir tutum takınıyor ve kampüslerde gerilim artıyor. Anti-semistizmin önüne geçme bahanesiyle Filistin’e destek gösterilerini yasaklayan Pennsylvania Üniversitesi rektörü Liz Magill, ABD Kongresi’nde ifade vermeye çağırıldıktan sonra istifa etmek zorunda kaldı. Benzer sebepler yüzünden Harvard Üniversitesi rektörü Claudine Gay ve M.I.T. rektörü Sally Kornbluth da 11 Aralık’ta Kongre’de ifadeye çağrıldı. Demokrat Parti içinde İsrail konusunda bir konsensüsün bulunmayışı, ABD’nin hem iç hem de dış politikada ciddi hatalar yapmasına sebep oluyor.

Hükümetin İsrail politikasında seçimler öncesi güçlü Yahudi lobisinin desteğini kaybetmemek önemli bir rol oynuyor. Ancak Demokrat Partili Joe Biden ile aşırı-sağ lider Netenyahu arasındaki iş birliğinin jeopolitik sebepleri de var. ABD hükümeti İsrail konusundaki eleştiriler karşısında bir miktar geri adım atsa da (7 günlük ateşkes sırasında Hamas 100’den fazla rehineyi serbest bıraktı ve bölgeye bir miktar insani yardım ulaştırıldı) temel hedefin İsrail’i destekleyerek Hamas’ı yok etmek ve İran’ı zayıflatmak olduğunu anlıyoruz. O halde ABD İsrail politikasını belirlerken liberal uluslararasıcılığa göre değil, eski usul realpolitikanın kurallarına göre hareket ediyor. Yani ortak jeopolitik hedefler için, aslında hiç onaylamadıkları bir ideolojiye sahip Netenyahu ile el sıkışmakta bir sorun görmüyorlar.

Ancak dünyanın diğer memleketleri ve hatta Amerikalı seçmenlerin büyük çoğunluğu ortadaki tutarsızlığın farkındalar. 22 Aralık’taki BMGK toplantısında ABD’nin neden ateşkes kararını sabote ettiği sorulunca, BM büyükelçisi Lynda Thomas-Greenfield krizin başlangıcı olan 7 Ekim Hamas saldırısının kınanmaması yüzünden çekimser kaldıklarını söylemişti. Büyükelçi Greenfiled elbette Gazze’deki sorunun “kaynağının” 7 Ekim değil, İsrail’in yayılmacı politikaları ve yerleşimciler olduğunun farkındadır. Esas vermeye çalıştığı mesaj, ABD’nin bölgede Hamas ve İran ile mücadele hedefinin devam ettiği ve İsrail’in şu an Gazze’deki operasyonlarına son vermesini istemediğiydi. İnsani kayıplar ve savaş suçları öncelikli konular değil. İşin esas korkutucu tarafı da bu. Gerek Biden’ın, gerekse Netenyahu’nun açıklamalarında sık sık 11 Eylül saldırılarına benzetme yapmaları akıllara ABD’nin 20 yıllık terörle mücadelesi sırasında ölen 1 milyon insanı getiriyor. İsrail Savunma Bakanlığı da bu emsale güvenerek Lübnan’da Hizbullahın kırmızı çizgiyi geçtiğini ve yakında operasyonun Batı Şeria’ya yayılabileceğini açıkladı.

Gazze’deki çatışmaların 2024 yılında tırmanması en çok Rusya’nın işine geliyor. Bunun iki sebebi var. Birincisi, ABD’den gelen silah ve maddi yardımın azalması, 2023 yılı boyunca Donbas’taki savaşı uzatmayı hedefleyerek hareket eden Moskova hükümetinin beklediği süreyi kazanması anlamına geliyor. Gıda ve enerji gibi iki temel konuda sorun yaşamayan ve 20. Yüzyıl boyunca Üçüncü Dünya ülkeleriyle kurdukları ittifaklar sayesinde Batının uyguladığı ekonomik yaptırımlara çare bulan Rusya’nın savaşın ikinci yılındaki hedefi Ukrayna’ya yardımın kesilmesini/azalmasını beklemekti. Bunu elde etmiş oluyorlar. İkincisi, ABD İsrail’e destek olarak, Rusya’yı liberal uluslararası sistemin adaletsizliğine karşı verilen direnişin liderlerinden biri olarak konumlandırıyor. Geçtiğimiz Ekim ayının sonunda Moskova’da Putin ile bir araya gelen üst düzey Hamas yetkilisi Musa Ebu Merzuk’un başkanlığındaki Filistin heyeti, toplantıların devam edeceğini ve Orta Doğu’da ABD emperyalizmine karşı Rusya’ya güvendiklerini ifade etmişti. Putin’in uluslararası çatışmaların kaynağı olarak gösterdiği ABD merkezli Batı müdehaleciliğine dair verdiği mesajların en azından Filistin nezdinde takdir gördüğünü görüyoruz.

EKSEN KAYMASI

Bununla birlikte, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına daha çekimser yaklaşan, ancak liberal uluslararası düzenle uyuşmayan birçok bölgesel güç Çin ile yakın ilişkiler kurmak istiyor. Soğuk Savaş yıllarının Bağlantısızlar Hareketi gibi, bir yandan ABD ile ilişkilerini bozmak istemeyen, bir yandan da Rusya’dan farklı olarak, uluslararası sistemin daha prensipli bir aktörü olarak gördükleri Çin ile yakın ilişkiler kurmaya çalışan, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve Filistin yetkilileri Pekin’e giderek Şi Cinping ile görüştüler. 2011 yılındaki Çin-İsrail anlaşmasından bu yana %125 artarak 25 milyar dolar seviyesine çıkan ticari ilişkiler elbette Çin’in Gazze siyasetinde İsrail’e karşı daha radikal adımlar atmasını etkiliyor. Fakat Çin’in Filistin ile ilişkilerinin 1960’lara kadar uzanan bir tarihi var. Mao Zedong 1965 yılında Filistin’i tanıyan ve diplomatik ilişki kuran Arap-olmayan liderlerin başında geliyordu. Çin Dış İşleri Bakanı Wang Yi geçtiğimiz ay Arap mevkidaşları ile bir araya geldiğinde bu tarihsel geçmişi vurgulayarak Çin’in Arapların bir kardeşi olduğunu ifade etti ve Filistin ile ilişkileri Çin diplomasisinin en üstten ikinci seviyesi olan stratejik ortaklığa çıkarttı. Pekin yönetimi henüz Hamas saldırısını resmi olarak kınamadı (genel olarak sivillere yönelik saldırıyı kınadı) ve geçtiğimiz sene Çin’in Arap ülkeleriyle ticareti 430 milyar seviyesine çıktı. Çin’in Arap ülkeleriyle ve İsrail ile ekonomik ilişkilerinde yakalamaya çalıştığı denge Çin dış siyasetinde önemli bir rol oynuyor.

Çin’in Orta Doğu siyasetini şu şekilde özetlemek mümkün: (1) ABD’yi provokatör ve istikrarsızlığın kaynağı olarak göstermek; (2) İslam dünyasında Çin’in rolünü arttırmak; (3) Sincan bölgesindeki durumu ve Uygur meselesini daha da karıştırmamak. Çin bu hedefler doğrultusunda oldukça istikrarlı adımlar atıyor; ancak günün sonunda Gazze meselesine de önerebildiği somut bir çözüm çözüm yok. Şu ana kadar Gazze’ye yaptıkları insani yardım oldukça sembolik. Pekin yönetimi bir yandan Rusya’ya benzer “radikal Batı-karşıtı” tutum takınmıyor, diğer yandan da ABD ile ilişkilerinde Şi Cinping’in itiraf ettiği gibi “stresli bir sınava giriyormuş” psikolojine kapılıyor. Hassas bir denge siyaseti güden, ancak Rusya’yı daha önemli bir ortak olarak gören Çin’in Gazze yahut Ukrayna krizlerinden daha öncelikli bir sorunu 13 Ocak tarihinde gerçekleştirilecek olan Tayvan Cumhurbaşkanlığı seçimleri.

Dünyadaki dört önemli mikroçip üreticisinden bir olan Tayvan’daki 13 Ocak seçimlerinde şu an cumhurbaşkanı yardımcısı Lai Ching-te’nin seçilmesi siyasi ortamı karıştırabilir. Pekin yönetiminin tehlikeli bir ayrılıkçı olarak gördüğü Ching-te, şayet seçimleri kazanırsa, Çin’in askeri güç kullanarak Tayvan’a baskı yapması mümkün. Bu senaryoda, ABD’nin Uzay Asya’daki en önemli ortaklarından bir olan Tayvan’ı önceliklendirdiğini düşünürsek şu soruyu cevaplamamız gerekiyor: Bir süper-güç Ukrayna ve İsrail hariç, üçüncü bir bölgede de liberal uluslararası düzenle uyuşmayan devlet ile mücadele edebilir mi? Soruyu farklı bir şekilde formüle etmek de mümkün: ABD bir yandan Ukrayna, diğer yandan Gazze, öte yandan Tayvan’daki krizler üzerinden liberal uluslararası sistemin tekelini koruyabilir mi? Bu pek mümkün değil.

ABD, Rusya ve Çin haricindeki diğer iki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi İngiltere ve Fransa, Ukrayna ve Gazze’deki savaşlara realist bir çözüm önerisi getiremiyorlar. Başbakan Rishi Sunak, Rusya karşısında Ukrayna’yı desteklemekle beraber, yakın gelecekte İngiliz askerlerini bölgeye sevk etme niyetlerinin olmadığını açıkladı. Ukrayna Savaşı’nın başlangıcından beri Storm Shadow seyir füzeleri gibi gelişmiş silahları bölgeye yollayan İngiltere’nin savaşa en fazla bu kadar müdahil olacağını görüyoruz. Gazze konusunda ise, şayet Hamas silahsızlanmayı kabul eder ve 7 Ekim’de kaçırdıkları rehineleri serbest bırakırsa 2 devletli çözümü savunacağını açıklayan İngiliz hükümeti’nin somut bir yol haritası yok. Eski Başbakan ve şimdiki hükümetin dışişleri bakanı David Cameron geçtiğimiz günlerde İsrail’in Londra Büyükelçisi Tzipi Hotovely ile tartışma yaşamış ve iki devletli çözümü destekleyeceklerini açıklamıştı. Ancak İngiltere İsrail’i ateşkese zorlayacak bir konumda değil.

Fransa için de benzer bir durum sözkonusu. 7 Ekim saldırısından sonra İsrail’in meşru müdafaa hakkı olduğunu söyleyen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gelen eleştiriler üzerine daha dengeli bir tutum takınmaya çalışmış ve hem Mahmud Abbas hem de Netenyahu ile görüşmüştü. Avrupa’nın en büyük Yahudi ve Müslüman nüfusuna sahip Fransa’nın Cumhurbaşkanı bir yandan anti-semitizme karşı protesto yürüyüşüne katılmadığı için Yahudiler tarafından eleştiriliyor; diğer yandan da parlamentodaki Hanuka bayramı mum yakma seremonisine icabet ettiği için Müslüman azınlığın tepkisini çekiyor. Neticede Fransa Gazze’ye yaptığı insani yardımı 20 milyondan eurodan 100 milyon euroya yükseltmesine rağmen, İsrail’i ateşkese zorlayacak bir konumda olmadığının farkında. BMGK’ne üye tek AB devleti olan Fransa’nın Ukrayna ve Gazze’deki Savaşlara dair ciddi bir kafa karışıklığı yaşadığını görüyoruz. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in yahut AB Dışişleri Bakanı Josep Borrell’in yaptıkları açıklamalarda benzer bir çaresizlik hissi hâkim.

YENİ BİR DÜNYA

Eğer Birleşmiş Milletler kuruluş hedefi olan barışı sağlayamıyorsa ve ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana önderliğini yaptığı liberal uluslarası sistemle uyuşmayan devletlerin sayısı artıyorsa ne yapmalı? 2024 yılında bölgesel krizlerin artacağını kabul edersek, başta BMGK olmak üzere uluslararası örgütlerin acilen ve radikal biçimde yeniden yapılandırılması gerekiyor. Güvenlik Konseyinin modern dünyamızı daha iyi yansıtabilmesi için (1) ek daimî üyelere ihtiyacı var; ve (2) veto-istismarının önüne geçecek bir mekanizma gerekiyor. BMGK’nın modernizasyonu uzun yıllardır tartışılan bir konu fakat artık acilen harekete geçilmesi gerek. Veto kısıtlamasına ilişkin Fransız-Meksika girişimi belki desteklenebilir.

Daha da önemlisi, “Kurallara-dayalı uluslararası sistem” artık bir mitostan ibaret; bunu kabul etmemiz gerekiyor. Batı’dan Asya’ya tektonik bir güç kayması yaşanıyor ve giderek çok kutuplu bir dünyaya doğru gidiyoruz. Öyleyse liberal uluslararasıcılık ısrarından vazgeçip barış ve güvenliğin sağlanması için farklı iç dinamiklere sahip hükümetlerin beraber çalışmalarına imkân vermemiz gerek. Bu meselenin cevabı başta ABD olmak üzere Batılı memleketlerde. Farklı bir uluslararası sistem tesis edilmez ise Gazze’deki kitlesel zulmün yahut Ukrayna’daki Savaşın bitmesi mümkün değil.