Erdoğan Özmen, Ahmet Coşkun ve Cemal Dindar’ı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları  hastanesinde çalışırken tanımıştım, o dönemde

Erdoğan Özmen, Ahmet Coşkun ve Cemal Dindar’ı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları  hastanesinde çalışırken tanımıştım, o dönemde Aura diye bir dergi çıkarıyorlardı. Konuştuklarımızdan benim için en ilginç  olanı belirli bir psikiyatrist grubunu DSM-IV’cü olarak tanımlamalarıydı. DSM-IV psikiyatrinin tanı el kitabı gibidir, Amerikan psikiyatrik hastalık sınıflama sistemidir. İçinde hastalıkların tanımı, semptomları, göstergeleri yer alır, aynı şekilde belirli hastalıkları tedavi etme biçimleri ve elbette medikasyonları (ilaç karşılıkları) sabitlenmiştir.
Onlara göre psikiyatri çok daha toplumsal boyutları olan bir bilimdi, hastalarla hekim arasında hastayı ötekileştiren ve hastayı belirli semptomlara indirgeyen yaklaşımlar işin ruhunu arka plana atıp süreci rutinleştiriyordu.
Öte yandan, çay sohbetlerinde hastanenin tarihine ilişkin anlattıkları  özel olarak ilginçti. Geçmişten bugüne psikiyatrik hastalıkların toplum tarafından nasıl kodlandığı ise ayrı bir âlemdi.
İşte bu doktorlara yenileri eklenerek çok daha geniş bir grup halinde Akıl Defteri diye bir dergi çıkarıyoruz. İlk önce internet sitesinden yapılan yayın, iki sayıdır basılı olarak yayınlanıyor.
Her sayısı  özel bir konuya ayrılmış durumda; ilk sayısı Devrim ve Bilinçdışı idi. Yeni sayının konusu ise çok güncel: DEVLET VE İNTİHAR.
Devletin bir aygıt olarak tanımlanmasından, baskı mekanizmalarına, birey üzerinde iktidarını nasıl kurduğundan, bireyin kendini tanımlama ve savunma biçimlerine kadar yazıların konuları değişiyor. Bu arada yakın dönem Türkiye’de baskı ve çıkışsızlığın intihara sürüklediği insanların sürecini farklı bir gözden açıklayan yazılar gerçekten özgün ve insanı derinden etkiliyor. Ben de bu sayıya Yeni Türkiye Sinemasında Siyasal Söylem başlıklı incelememi yazdım; devlet ya da yetke karşısında Yeni Türkiye Sinemasının siyasal örneklerinden yola çıkarak, karşı söylemin inşa edilme sürecini ve sinemamızın siyasal veçhesine eğildim. Tümüyle özgün bir yazıdır.
Derginin ruhu olarak, düşündüğümde ruhları üşüyenlerin topluma dışsal bir varlık olarak siyasi yetkeye ve sol liberalizm-İslamcı ittifakı ile kurdukları egemen söylemine karşı muhalif olarak karşı söylem üretme çabası olarak düşünmüşümdür gizli gizli.
İtirazı kısık sesle dillendirmek değil, haykırmak isteyenlerin ilgi göstereceğini düşünüyorum.
Yeni İnsan Yeni Sinema’ya gelince. Dergide olup bitenleri anlattığım her türlü  sinema eleştirmeni, yönetmeni ve yayıncı ortak bir yorumda bulundular: “Küçük olsun, benim olsunculuk, Türkiye solunun en yaygın ve en zararlı alışkanlığıdır”. Çünkü Yeni İnsan Yeni Sinema dergisi, son derece bilinçli olarak engellenmiş, düzeyi düşürülmek için özel olarak müdahalede bulunulmuş, derginin tirajının artmasından, yeni gençlerin sinema yazarı olarak yetiştirilmesine, oradan değerli sinema yazarları ve akademisyenlerin dergiye kazandırılmasına kadar her adımımız, en sonunda dergiye abone yapma kampanyamız da için de olmak üzere (biz dergiden ayrıldığımızda, abone olmak isteyen üniversiteli öğrenci sayısı 1000’i geçmişti) engellendiği için yapacak hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Bu nedenle hiç istemeyerek ve ruhen sarsılarak dergiden ayrıldık. Bizden sonra dergi iki ince sayı olarak çıktı, bizim dönemin yarısı kalınlığındaydı, ama çok daha vahimi, hiçbir solcu ve entelektüel ve estetik söylemi kalmadan, özel bir kabalık içerecek şekilde çıktı. Hakikaten derginin üzerinde özel bir kabalık, sığlık, saldırganlık, işi ucuza getiren “emek hırsızlığı”, Sadri Alışık’ı aratacak rol çalma çabaları, kendini gösterme merakı dergiyi istila etti. Hiçbir şey yazmayan insanlar dergiye birkaç tane kendi fotoğraflarını basmaktan, sıradan ve bayağı röportajlar yapmaya kadar işi ilerlettiler. Dahası ve en kötüsü entelektüel radikallik ve yeni bir estetik görüşü dünya görüşüyle birleştirmeye çalışan bizim çabalarımızın yerini, sığ bir radikallikle küfür etme biçimine dönüştürdüler. Anlamak, ne büyük bahtiyarlık sözü, dedim diyeceğimi kodum koyacağımı anlayışına bıraktı. Sektörden ve akademiden kimi gördüysem ne oldu bunlara diyor, ardından birbiriyle benzeşen nitelendirmeler de bulunuyorlar. Nazım Hikmet’in adını bile sulandırıyorlarsa, geriye ne kalır diyenler de var. Günceli takip etmek ve derinliği ile yeniden bakmayı sağlayacak tek bir çaba bile yok; öyle aşırı bir toplama havası var ki insan diyor ki bunlar hangi alemde yaşıyorlar. Derginin yayın kurulunu yayınlanmıyor, gayri resmi editör sıfatlı arkadaşı ise yirmi yılı aşkındır tanıyorum: hiçbir sanat eseri ve kültürel başlıkta bugüne kadar üzerinde düşünülebilecek tek bir cümlesini duymadım.
Bu açıdan şunu söylemek isterim: Yeni İnsan Yeni Sinema adını, biz çıkarırken 1960’lardaki Sinematek dergisinden almıştık, bir mirası devralıyorduk. Yeni İnsan sözü ise polis kayıtlarında Yeni Sinemanın başkasının üzerine kayıtlı olmasından dolayı eklenmişti. Derginin ilk çıkışı 1997’ye rastlar ve biz daha o zamandan Yeni Sinemanın doğuşunu ve bu sinemanın gelecekte sinemamızı temsil edeceğini düşünüyorduk. Bu nedenle özel anlamlar yüklüyorduk.
Bugün baktığımızda, yeni bir sinema oturdu, Türkiye’nin sınırlarını çoktan aştı, yeni bir kuşak bugün iş başında. Ama Yeni İnsan Yeni Sinemaya gelince eskimiş insanların yeni iktidarında yayın hayatında giderek silikleşiyor ve sıradanlaşıyor. İnsanlara durup dururken ağır sözler söylemek, yazılara tümden uyduruk isimler koymak, belki de kendi imzalarının değersizliğini bildiklerinden kaynaklanıyor olabilir bu: bunlar hiçbir şeyi çözmez, olsa olsa derginin yıllar içinde oluşmuş saygınlığını biraz daha törpüler, kimlik yıpranmasına neden olur.
Son olarak yenisinema.net sitesinde bir söyleşi yayınlanmış duruyor: benim de adım var orada, Sanat Cephesiyle yapılmış bir röportaj, yıllardır söylememe ve itiraz etmeme rağmen kaldırmıyorlar. İtirazımın nedeni çok masum: ben böyle bir söyleşi yapmadım, sanat cephesiyle hiç röportaj yapmadım, dolayısıyla yalandır, kaldırmaları gerekir, ayrıca yalan da söylememeleri gerekir, ama oluyor böyle şeyler.