Aslında kimse Almanya‘da demokratik sosyalistlerin partisi Sol Parti‘nin (Die Linke) dahil olduğu bir koalisyon hükümetinin kurulabileceğine inanmıyordu.

Ama seçim öncesinde hem taraftarları, hem karşıtları tarafından bir "sol koalisyon“un gerçekleşebileceğine dair öngörüler canlı tutuluyordu. Seçim anketleri de SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi), Yeşiller ve Sol Parti‘nin yer alacağı bu koalisyonun mümkün olduğunu gösteriyordu.

Sözkonusu koalisyonun taraftarlarını Sol Parti‘nin mevcut liderliği, parti tabanının büyük bölümü, SPD‘nin sol kanadı ve tabanının bir bölümü, Yeşillerin de tabanındaki bu partinin kuruluş ilkelerine sadık kesimler oluşturuyordu. Ancak seçim sürecinde SPD‘nin yönetimini fiilen üstlenen federal başbakan adayı Olaf Scholz ve Yeşiller partisi liderliği buna kesin olarak karşıydı. Kampanya sürecinde bu olasılığa kesin olarak karşı çıkmamaları ve kapıyı açık tutmalarının nedeni ise açıkça seçim taktiği ve daha doğrusu seçim aldatmacasıydı. Hesapları, seçimden sonra liberallerle koalisyon pazarlığına girerken ellerinde bir koz daha olmasıydı.

Bu koalisyonun Almanya‘nın sonu olacağı tezini işleyen sağ ve liberal kesimlerin hesabı da toplumun birçok kesiminde halen güçlü olan "anti komünist“ eğilimleri kışkırtarak, oylarını artırmaktı. Muhafakazar ve sağcı basın, işveren örgütleri de gerçekleşme olasılığı çok çok düşük olan bu seçeneği abartıp, bu kışkırtmaya katıldılar.

Sonuçta başarılı oldular.

Sol Parti, hem büyük oranda oy kaybederek yüzde 5‘lik barajın altında kaldı, hem de bir "sol koalisyon“ seçeneği ortadan kalktı. Sistemin toplam 299 seçim bölgesinden en az üçünde direkt adayları kazanan partilere sağladığı istisnai kuraldan yararlanarak meclise girebildi.

Elbette Sol Parti‘nin hem Almanya genelinde, hem de aynı gün gerçekleştirilen iki eyalette oy kaybına uğramasını sadece rakiplerinin "komünistler geliyor!“ karşı-propagandasıyla açıklamak mümkün değil.

Bunda partinin kendi yanlışlarının rolü daha büyük.

Peki hangi yanlışlar?

Parti yönetimi henüz buna bir yanıtı veremiyor.

Geçtiğimiz yıl gerçekleşmesi planlanan kurultayın korana sürecinde iki kez ertelenmesi ve dolayısıyla partiyi seçime götürecek yeni ekibin yeterli zamanının olmamasının olumsuz etkisinin olduğu kesin. Ancak bu da hezimeti açıklamak için yeterli değil.

Her ikisi de daha önce kendi alanlarında başarılarını kanıtlamış genç kadın liderler Susanne Hennig-Wellsow (44) ve Janine Wissler‘in (40) yedi aylık eş genel başkanlıkları döneminde yenilgiye yol açabilecek bir hataları görülmedi. Dolayısıyla hezimetin sorumlusu olarak görevi bırakmaları yolundaki çağrılar karşılık bulmadı.

Asıl sorun parti içindeki farklı kanatlar arasındaki ayrılıkların neden olduğu bölünmüşlük ortamı.

Özellikle sık sık aykırı çıkışlarıyla gündeme gelen Sahra Wagenknecht ile parti liderliği ve parti içindeki göçmen kökenli politikacılar arasındaki çelişkiler, Sol Parti‘yle ilgili "bunlarla hükümet ortaklığına gidilmez“ imajının güçlenmesine neden oluyordu.

Nitekim göçmen kökenli partililerin geçen hafta yaptığı ortak açıklama söz konusu ayrılığı yeniden gündeme getirdi. Wagenknecht‘in çizgisini "gerici ve başarısızlığa mahkum“ olarak tanımlayan açıklamada "onun biz göç kökenli yoldaşların, göçmen, sığınmacı ve ırkçılıktan muzdarip insanlar olarak haklı mücadelemizi sürekli sorgulamasından bıktık“ deniliyordu.

Aslında Sol Parti‘in sol kanadının liderleri arasında yer alan ve geçtiğimiz dönemlerde önemli yönetim sorumlulukları da (parti genel başkan yardımcılığı, Federal Meclis Grup Eşbaşkanlığı gibi) üstlenen Wagenknecht de göç kökenli. Annesi sosyalist Doğu Almanya vatandaşı olan Wagenknecht‘in babasının 60‘lı yıllarda üniversite öğrenimi için Batı Berlin‘e gelmiş olan bir İranlı olduğu biliniyor. Asıl adı Zehra olan Wagenknecht, bu konuyu konuşmaktan kaçınıyor. Babasıyla bilinen tek şey Wagenknecht‘in çocukluğu döneminde gittiği İran‘da izinin kaybolmuş olması.

Partinin ülke sınırlarının tüm sığınmacılara açılması gibi taleplerine karşı çıkan Wagenknecht, zaman zaman parti yöneticisi ya da sadece milletvekili olarak zaman zaman yaptığı çıkışlarla Sol Parti‘yle ilgili gündemi belirleyen bir politikacı. Seçimlerden kısa bir süre önce yayınlanan son kitabı nedeniyle aynı durum ortaya çıktı. Almanya‘daki solun siyasi mücadelede toplumun marjinal kesimlerinin talepleri ve beklentilerini, kimlik politikalarını öne çıkarırken, geniş halk kesimlerinin beklentilerini, taleplerini ihmal ettiğini ve bu nedenle aşırı sağın güçlendiğini savunuyordu. Onun bu çıkışı, kendi partisiyle hesaplaşma olarak görüldü. Seçim kampanyasının ortasında gündeme gelen bu tartışma, dışarıya parti içindeki bölünmüşlüğün kanıtı olarak yansıdı.

Ancak elbette bu tutumuyla parti içinde yalnız değil.

Nitekim seçim hezimeti nedeniyle onu suçlayanlara karşı partinin güçlü kanatlarından "Sosyalist Sol“un (SL) açıklaması bunu gösteriyor.

Wagenknecht‘in öne çıkardığı tutumuyla partinin oylarını artırdığını savunan açıklamada, "Sol Parti‘nin ağırlıkla gençliğe ve yüksek eğitimli kesimlere yönelmesi seçim politikası açısından iflası getirdi. Aynı zamanda sıradan insanların, çalışan kesimlerin, ‘normaller‘in yaşam alanlarıyla bağı sürekli zayıfladı“ deniliyor.

Tartışmalar sürüyor.

Partinin önümüzdeki dönemde daha da radikalleşmesini savunanların sesinin daha gür çıktığı görülüyor.

Özellikle seçim günü başkent Berlin‘de gerçekleştirilen toplu konutların özelleştirilmesi hedefli referandumun kazanılması, doğru taleplerle ve araçlarla yürütülen kararlı mücadelenin başarı getireceğinin kanıtı olarak gösteriliyor.

Parti yönetimi şimdi dijital olanaklardan da yararlanarak tabanın katıldığı yerel konferanslarla ve telefon görüşmeleriyle yenilginin nedenlerine ilişkin sorgulama sürecini hedefliyor. Önümüzdeki yıl yaz aylarında yapılması planlanan kurultayın bu amaçla öne alınması da gündemde.

Seçimlere giren Sol Parti‘nin solundaki küçük partilerin oyları da büyük ölçüde geriledi. MLPD (Almanya Marksist Leninist Partisi) ve DKP‘nin (Alman Komünist Partisi) oyları aşırı sağcı partilerden NPD ve "3‘ncü Yol“un oylarının yarısını bile bulmuyor.

Öte yandan önümüzdeki dönem Almanya‘yı yönetecek 3‘lü koalisyon hükümetini hedefleyen pazarlıklar sürüyor. Son gelişmeler sosyal demokratların ağırlıkta olduğu bir koalisyonun ağırlık kazandığını gösteriyor. Ancak liberalleri bu koalisyona kazanabilmek için sosyal demokratların ve Yeşillerin sosyal adalet ve çevre korumayla ilgili hedeflerinden önemli tavizler vermesi gerekecek.

Bu arada Hıristiyan demokratların ağırlıkta olacağı koalisyon olasılığı büyük ölçüde zayıflamış olsa da tamamen ortadan kalkmış değil. Bu seçeneğin iktidar olması durumunda da anahtar parti Yeşillerin büyük tavizler vermesi gerekiyor.

Sosyal ve Hıristiyan demokratların oluşturabileceği koalisyon seçeneği ise şimdilik hiç gündemde değil.

Sonuçta hangi koalisyon kurulursa kurulsun, liberallerin anahtar güç olduğu yeni Almanya şimdikinden daha adaletli, daha sosyal, daha eşitlikçi, daha çevreci olmayacak. Yerinde sayacak ya da daha gerileyecek.

Yani önümüzdeki dönemde solun daha da güçlenmesi için koşullar olgunlaşacak.

Tabii yaşanan hezimetin nedenlerini tespit edip, gereken dersleri çıkarırlarsa.