Çoğumuz, "sivil" cezaevleri yönetiminin, sıkıyönetim veya olağanüstü haller dışında jandarmaya ve İçişleri Bakanlığı'na veya askere yani Milli Savunma Bakanlığı'na deği

Çoğumuz, "sivil" cezaevleri yönetiminin, sıkıyönetim veya olağanüstü haller dışında jandarmaya ve İçişleri Bakanlığı'na veya askere yani Milli Savunma Bakanlığı'na değil; yargı bürokrasisine, yani Adalet Bakanlığı'na ait olduğunu bilmiyoruz. İşte geçen haftaki yazımda konu ettiğim Kandıra Cezaevi minibüsündeki çıkartmayla ilgili sorumluluk, bakanlık silsilesini takiben, yürütmesinden sorumlu il Başsavcılıklarına kadar geliyor. Dolayısıyla burada -tabii eğer görüyorlarsa-, sorumluluğun en büyük payı, tartışmasız yargı bürokrasisinin.

Sorumluluk derken, zaten kimse, başsavcılıklardan başlayarak, daha alta doğru, yani cezaevi savcıları veya müdürlerine ve ordan da cezaevi şoförlerine, devlet araçlarına yapıştırılmak üzere dağıtılan çıkartmalardan söz etmiyor. Şoförün sözlerine bakılırsa beş aydır o çıkartmayla dolaşan minibüsü, "makam, mevkii ve salahiyet" sahibi kişilerden birinin bile görmediğine de kimse inanmaz. Mesele zaten, yargı bürokrasinin "emir ve talimatlar" gereği yaptığı bir uygulamayla karşı karşıya olmamızda değil. Böyle bir çıkartmayı bir sapma olarak kaydetmeyen, bu "siyasi simge"ye kayıtsız kalan bir yargı bürokrasisi var karşımızda. Sorun olan, bu.

Asıl önemlisi, bu bürokrasi varlığını bu tür "minibüs eylemleri" dolayımıyla değil, çok daha önemli karar ve açıklamalarındaki çıkışlarıyla hissettiriyor. Daha doğrusu, hissettirmek zorunda kalıyor. Mesela, Kaboğlu -Oran kararının bozulmasına ilişkin yüksek yargı kararı, içeriği itibarıyla tam anlamıyla böyle bir müdahale, aslında. Alt kimlik - üst kimlik saptamasını "resmi" nitelikte bir raporunda kullanan iki bilim insanı, bu kavramı sadece kullanmış olmakla, Yargıtay'a göre, "kamu düzenini allak bullak" etmiş ve bölünmez bütünlüğümüzü tehlikeye atmış oldu. En ağır baskı koşullarında bile "kamu düzenini" bozmak veya teşebbüs etmeye ilişkin "hukuki" ve "özgürlükçü" içtihatlar oluşmuşken, söz konusu karar bize, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü benzeri ilkelerin yerine başka "endişeler'Mn konduğunu gösteriyor. Etnik kimlikler ve azınlık hakları etrafında yapılacak bilimsel bir tartışmayı bile "tehdit algılaması" kapsamında görmek, esasen hakim siyasi reflekstir ve bu ülkenin siyasi - toplumsal, hatta gündelik hayatı, bunun sayısız örnekleriyle doludur. Ancak bilinen bir şey daha var ki, o da, girmek istediği aile fotoğrafı içinde Türkiye'den istenen, o "endişeler"le bir şekilde baş edebilir hale gelmesi. Aile, o paranoid koruma ve kollama refleksinin, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi, (samimiyeti bir yana) kendi hassas çocuklarına zarar vermemesini istiyor, Türkiye'den.

İşte yerini kaybetmek istemeyen her bürokrasi gibi yargı da, sıcak çatışmaya burada giriyor. Geleneksel "devleti kurtarmak" rolü içinde yargı, bu rolün sağladığı "tarihsel avantaj" ile yaptığı her şeyi mazur gösterebiliyor, hatta bunu bir meşruiyet aracı olarak kullanıyor. Üstelik bunu bir de "devrimci" misyonun bir parçası olarak sunuyor. Ne var ki bu misyonu, Türkiye'nin söz ettiğim aile fotoğrafında yer alabilmek için yüzüne gözüne yaptığı makyajlarla birlikte düşündüğümüzde, bunun, direniş olmasa bile, o makyaja ayak direme olduğunu kabul etmeliyiz.

Bu noktada şu sorulabilir: Yargı bürokrasisi neye direniyor? Çağlar Keyder'in sözleriyle söyleyecek olursam; "otoriter - modernleştirmen ve ataerkil devlet" anlayışının temsilcilerinden biri olarak bürokrasi, "siyasal liberalizm ve yurttaşlık" anlayışına direniyor. Her bürokratik aygıt gibi, yerini veya etkinliğini kaybetmemek, ya da aynı anlama gelmek üzere "yeni" düzenden pay almak için mücadeleden kaçmıyor.

Aslında Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi ve sonrasıyla sınırlı kalmamak üzere, tüm bir AB süreci boyunca yargıya iyice yaklaşmaya gerek yok, uzaktan daha iyi göründüğü gibi, kararlarının siyasi etkisinin yoğunluğundan, (ilk kez olmasa da) siyasi niteliği yoğunlaşmış bir organa dönüşen çizgi öne çıkıyor. Kaldı ki, bu iki görüntüyü, aynı rolün değişen şartlar altında birbirine yakın ama farklı iki yorumu olarak da adlandırabiliriz.

Sonuçta, cezaevi şoförünün, "ya sev ya terket"teki içeriğin "siyasi" olduğunu bilmemesinin önemi yok. Siyasi olan, orada değil, çünkü.

"Devletin kurtarılması" için, devletin "düşmanları" arasında süren bir mücadele var. Yine Keyder'in deyişiyle, "devletin varlık nedenleri uğruna yurttaş haklarını, mali güç uğruna iktisadi gücü ve önderleri arkasında kenetlenme uğruna katılım ve demokrasiyi feda eden bütün gerekçelerin bir özeti" olan, siyasi bir mücadele bu. Siyasi olan, burada.

Yargı burada olduğu sürece de, minibüs benzeri olaylar, "vaka-i adliye"den bile sayılmayacak. Zaten sayılmıyor.