Olmak İstediğim Yer
Babanın Davasıyla Büyümek

 
Paolo Sorrentino’nun 2011’de Cannes’da Altın Palmiye için yarışan filmi nihayet vizyona girdi. Ama filmin gecikmesi, sadece bize özgü değil. ABD ve Birleşik Krallık’ta da görece geç vizyona girdi “Olmak İstediğim Yer” (OİY). Bunun nedeni filmin kimi yapısal sorunları. OİY’nin kahramanı Cheyenne (Sean Penn)adlı emekli bir rock şarkıcısı. İki hayranı intihar edince, suçluluk duygularıyla sahnelerden elini ayağını çekmiş olan Cheyenne yine de eskisi gibi makyaj yapmayı ve eskisi gibi giyinmeyi sürdürüyor (Cure’un solisti Robert Smith model alınmış). Ellili yaşlarına gelmiş bir adam için hüzün verici bir durum. Yetişkin olamamış bu adamın Jane (Frances McDormand) adında bir karısı var. İkili biraz MTV dizisindeki Osbourne’ları hatırlatıyorlar. Çiftin Dublin’deki hayatları ve ilişkileri filmin bir yere oturmayan ve yapısal sorun yaratan yanı. Bu sorunu çözmek için filmin Amerikan versiyonuna bir dış anlatıcı ses eklenmiş.
 
Film Cheyenne’in babasının sağlığı hakkında kötü haberi alıp ABD’ye göç etmesiyle yön değiştiriyor. Babasını kaybeden Cheyenne, onun davasını miras alıyor ve II. Dünya Savaşı sırasında babasına kötülüğü dokunmuş bir Nazi subayını aramaya başlıyor. Bu süreç, babasıyla iyi bir ilişki kuramamış ve hep çocuk kalmış Cheyenne’in babasının yerine geçerek büyümesini sağlıyor…
 
Filmin müziklerini benim en sevdiğim şarkıcı/besteci/aktör  Will Oldham (Bonnie Prince Billy adıyla da bilinir) David Byrne’le (eski Talking Heads) birlikte yapmış. Byrne’ün çok enteresan bir konser kaydı da var filmde. Film adını zaten bu kayıtta yer alan şarkıdan, “This Must Be the Place”den alıyor. OİY iyi müziği ve iyi oyunculuklarıyla seyredilmeye değer bir film. Ama dediğim gibi, yapısal sorunları da var.
 
***
 
Vahşiler
Savaş, Seviş ve Kafayı Bul

 
Oliver Stone’un hayatı da film kariyeri de bir sarkaç gibi, bir sağa bir sola salınıp duruyor. Varlıklı sayılabilecek bir anne-babanın çocuğu Stone. Annesi Hristiyan, babası Yahudi, kendisi ise Budizmi seçmiş. Stone gençliğinde tutmuş kendi isteğiyle askere yazılmış ve Vietnam’da savaşmış, bir sürü de madalya kazanmış. Vietnam sendromu da yaşamış olma ihtimali var çünkü uyuşturucularla başı derde girmiş. Rahatlıkla ırkçı denilebilecek “Geceyarısı Ekspresi”nin senaryosunu yazmış. “Salavador”la Amerikan standartlarında oldukça “sol” sayılabilecek bir film yapmış. Tutmuş, Yahudilerin soykırımını anlatan filmler çekilirken, Sovyetlerin kaybettiği 40 milyon insanın, Çingenelerin ve solcuların kıyımlarını anlatan filmlerin çekilmemesini Hollywood’daki güçlü Yahudi varlığına bağlamış. Tabii ki Stone bu sözlerinin arkasında duramamış ve affedilmek için defalarca özür dilemek zorunda kalmış. Savaşta ve barışta vahşetin izini sürmüş,“Vahşi Doğanlar” ve “Müfreze” gibi filmlerinde. “Dünya Ticaret Merkezi”yle, Amerikan kahramanlarına methiye düzmüş. Amerikan başkanlarını mercek altına almış. Fidel Castro’ya dair iki belgesel çekmiş ve Latin Amerika’nın solcu başkanlarını desteklemiş. Pusulası sık sık şaşan, bir sol liberal demek mümkün herhalde Oliver Stone için.
 
“Vahşiler” Stone sinemasında pek önemli bir yer tutmayacak gibi duruyor. Hayır, film akıyor akmasına ama tabiri caizse pek kokmuyor… Filmin üç Amerikalı, iki de Meksikalı kahramanı var denilebilir. Amerikalılar asıl hikayesi anlatılanlar ve iki erkek ve bir kadından oluşan üçlü bir ilişki içindeler. Ama iki erkeğin bir kadın için rekabeti değil, iki erkeğin aynı kadını birbirleriyle çatışmadan mutlu mesut paylaşması söz konusu olan. “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”in iki erkek kahramanının fantezilerini süsleyen ilişki biçiminin fiiliyata geçmiş hali… Ya da bu yıl Cannes’da yarışan “Yolda” filminin Beat kuşağı üyesi iki kahramanının aynı kadını paylaşmaları gibi… Ya da filmin kadın kahramanının adının “O” olmasının çağrıştırdığı, bir başka paylaşılan kadın filmi “O’nun Hikayesi” de akla geliyor. Filmde hatırlatılan “Sonsuz Ölüm”ü (Butch Cassidy and Sundance Kid) ve “Jules ve Jim”i de es geçmeyelim.
 
Erkeklerin aynı kadını paylaşma (ya da kadınların çok erkekle yaşama) fantezisi ve pratiği hayatta karşımıza çok çıkıyor. Birkaç yıl önce Antalya’nın  Varsaklar adlı varoşunda böyle bir ilişki kanlı bitmişti. Karısını paylaşan balıkçı, sonuçta kadına aşık olan kamyoncu tarafından öldürülmüştü. Üzerine çok şey söylenebilecek bir konu ama Stone’un filmi pek bir şey söylemiyor. İki erkeğin aslında birbirlerine aşık (eşcinsel?) oldukları imasından başka…
 
Bu iki erkek Amerikan erkekliğinin ve Oliver Stone’un iki yüzünü temsil ediyorlar. Birisi Budist bir çiçek çocuğu olan Ben, diğeri eski bir asker olan ve Irak ve Afganistan’da yaşadıklarını ruhunda ve bedeninde taşıyan Chon. Ben ve Chon esrar üretip satarak iyi bir yaşam sürüyorlar. Ben bir yandan kazandıklarını hayır işlerine yatırıyor, dünyanın dört bir yanında yoksullara yardım ederken, Chon “O”yla düzüşerek savaşı unutmaya ya da daha çok hatırlamaya çalışıyor. Ve fakat bir gün Meksikalı bir uyuşturucu karteli devreye giriyor. Ben ve Chon Meksikalılarla iş yapmayı reddedince, sorun başlıyor. Başını Selma Hayek’in canlandırdığı bir matriyarkın çektiği Meksikalılar reddedilmeyi sindiremiyor ve iki erkeğin hem sevgilisi hem de simgesel annesi işlevini gören “O”yu kaçırıyorlar (“O” bir ara iki erkeğe hiçbir zaman sahip olmadıkları yuvayı sağladığını söylüyor. Söylemek gereksiz olsa da; Yuva = anne+ çocuklar). Ben ve Chon O’yu geri almak için mücadeleye başlıyor ve olaylar gelişiyor, karakterler gelişmese de… Filmin sorunu bu, karakterler gelişmiyor, iz bırakmıyor, etkilemiyor. Ben, Chon ve O nerdeyse 0, yani yazıyla sıfırlar. Bu durumda sahne hiç olmazsa daha renkli tipleri canlandıran Salma Hayek ve Benicio Del Toro’nın Meksikalılarına kalıyor. Onlar da sadece daha renkli karikatürler, o kadar.  Ve çok çok daha vahşiler. Gerçi iki taraf da birbirlerini vahşi olmakla suçluyor ama Amerikalılar güneyli komşuları gibi sadist değiller. Bu da Amerikan sinemasında sık rastlanılan bir durum. Amerikalın (Batılı) vahşeti rasyonel, üçüncü dünyalının vahşeti içgüdüseldir. Bildik sömürgeci mantığı yani.
 
John Travolta ki nedense hoşlanmam kendisinden, yoz polis rolünde belki de filmin en iyisi…
 
Patlamış mısır eşliğinde, sıkılmadan izlenebilir “Vahşiler”. Ya da “Vahşiler” eşliğinde patlamış mısır yenilebilir…
 
***

Bu Dans Senin
Fantezi Ve Gerçeklik

 
Sarah Polley’nin adını bir Leonard Cohen şarkısından alan (Take This Waltz) filmi “Bu Dans Senin”i kadın seyircilere özellikle tavsiye ederek söze başlayayım. Polley iki erkek arasında kalmış bir kadını, Margot’yu anlatıyor filminde. Margot rolünde son yılların en önemli kadın oyuncularından Michelle Williams var. Williams’ı en son Marilyn Monroe rolünde izlemiştik. Arzunun hiçbir zaman tatmin edilemezliği ve erotizmin kafada yaşanan bir şey olduğuna dair bir film denilebilir “Bu Dans Senin”  için.  Filmde sözel bir seks sahnesi var ki, sırf bu sahne için filmi seyretmeye değer. Onun dışında her zaman aynı etkiye sahip bir film değil BDS, özellikle sonu kafa karıştırıcı.  Fantezinin sürdürülebilmesi için sürekli yenilenmesi gerektiği ve bunun da bir tükenişe sürüklediğini de söylüyor film, bu kafa karıştırıcı final sahnelerinde. İlginç…