Bedri Baykam Amerika’dan geldikten sonra, Türkiye’de resim üzerine yazıyı ilk kez ben yazdım diye şişiniyormuş. İnsanlar tebessüm

Bedri Baykam Amerika’dan geldikten sonra, Türkiye’de resim üzerine yazıyı ilk kez ben yazdım diye şişiniyormuş. İnsanlar tebessüm halinde, “bunu nereden öğrendin?” diye istihzayla Baykam’a bakıyorlarmış.
Sevgili dostlar, Kosmos’u seyredenlerin bir bölümü “ne ilginç, ne ilginç, enteresan” diyorlar. Hatta şiirsel bir Kars’ı bize sunduğunu, ama mekânın Kars olmadığını, dünyada herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda geçtiğini söylüyorlar. İşte burada, durmak lazım. Çünkü çok ilerledik: atıp tutmak hiç de iyi değildir, üşütürsünüz.
İlk önce, filmin mekânının Kars olmadığı insanın perdeye bakıp da gördüğü bir şey değildir, ancak yönetmenin iddialarına kulak asınca anlaşılır. İkinci olarak filmin zamansız olduğu iddiaları da tuhaf bir yönetmen iddiası olmaktan öteye geçemez. Çünkü mekânı ve zamanı belirsizleştirmek sinemasal bir dil yaratmakla olur, kendine özgü gereklilikleri vardır, bunların hiçbirisini yönetmen yapamıyor, birincisi. İkincisi bunlarla söze başlayan hiçbir eleştirmen, bunun nasıl yapıldığını bize anlatamıyor. Bunlar, yalnızca abes iddialardır, yersiz varsayımlardır: bunlar perdede görülenlerden yola çıkılarak yapılan yorumlar değil, masa başında yapılan iddialardır. Sanat eseri yapılıp gösterime sunulduktan sonra, yönetmenin ya da eleştirmenlerin vaazlarıyla değil, metnin kendi içinde taşıdıklarıyla perde üzerinden çözümleme yapılır, metin ya da film artık bağımsız, özgür bir eserdir. Eğer metinden ya da filmden çıkarak bunları gösterecek babayiğit varsa –bu yönetmen de olabilir eleştirmen de- soframızda yeri vardır, buyursun gelsin. Ama henüz kimse gelmedi, onu da bilelim. Yalnızca kuru iddialardır bunlar. Kosmos’un görsel bir fresco gibi sunulması var ki, bu da tam anlamıyla şişirmece bir söylemdir.
Kosmos’un görsel dünyası açık söylemek gerekirse, şiirselliği bırakın yavandır. Metnin soyutlamacılığı ve anlamın derinliği ise, şaşılacak derecede yüzeyeldir, hatta açık söylemek gerekirse, insanı sinirlendirecek kadar sığdır, sathidir. “Şamanlar insanüstü insanlar.” Gibi sözler aptalcadır ve yalandır. Evet, düpedüz yalandır. Tekrar söylemek istiyorum: bir metnin kuracağınız zaman sıkı örgülü olmasına, anlamı kuşatmasına ve kimliğini netleştirmesine dikkat etmeniz gerekir. Metnin içinde yorumsal boşluklar bırakacak olsanız bile –ki Kieslowski metinlerinde bir dizi böyle şeyler vardır- bunu sıkı dokulu bir şekilde yapmalısınız, metin de, metnin yazarının söylemi de anlaşılabilsin.
Tekrar etmek istiyorum ve açıkça söylemek istiyorum: Reha Erdem, Kosmos’un yönetmeni olarak, söylemi incelendiğinde, yalnızca tutarsız değil samimiyetsizdir. Anlatı incelendiğinde görülecektir ki, şıpınişi bir metindir ve yazarın söylemi ve hayat karşısındaki tavrı, bu metnin özelinde “sahtekârcadır”. Beğenenler ya da beğenmeyenler, şunu unutmayın, Türkiye’de biricik gibi duran Kosmos, bu topraklardan batıya doğru ilerlediğinizde, unutmayın ki, hiper-enflasyonist bir ortamın örnekleriyle karşılaşırsınız, bunu unutmayın.
Bal’a gelirsek: açıkça söylemek istiyorum, Bal yönetmenin kendi ruhunu, kendi inançlarını, kendi yaşamını ve deneyimlerini koyduğu, masa başında yönetmenin kendi tarihinin konuştuğu denli samimi bir filmdir. Bal’ı ister eleştirin, isterse beğenin, ama film samimiyetin, dinginliğin, aranışın ve saflığın filmidir. Eğer Bal’ı eleştirmek istersek, çok daha derin bir bağlamı inşa edememiş olmasından yola çıkabiliriz.
Ama ben Bal’ı seyrederken, açık söylüyorum, ciddi bir dinginlik içinde, ruhsal olarak sükûnete yakın bir atmosfer altında, dahası dudaklarımda ve gözlerimde belli belirsiz bir tebessümle izledim. Yalnızca bu bile bu filmi sevmem için, belleğimde ayrı bir yere koymak için yeterlidir.
Bir konu daha önemli: yeni Türkiye Sineması “Kemalist estetiği” değil de, ama “Kemalist ikonografiyi” sürekli altüst ediyor. Bunu aklı başında her sinema tarihçisinin görmesi gerekir. Yaklaşık üççeyrek yüzyıl süren daha önceki dönemin sinemasının “idealleri ve güzellerini, elbette ki eksik olmaz olan kötülerini” sınıflandırın ve bunları yeni Türkiye Sinemasınınkiler ile karşılaştırın. Bal örneğin “öğretmen ile din adamı” kodlamasını ters yüz ediyor. Buradaki öğretmenin çocuğun saf dünyasıyla ilişkisi ile “baba”nın dünyasını ve halden bilirliğini karşılaştırın, ikonografinin nasıl ters yüz edildiğini düşünün.
BİR DE BENİM BİR YARAM VAR: onu biraz deşmek istiyorum. Sevgili dostlar, İran Sinemasından Cafer Panahi, benim tüm sinema tarihinde en derinden etkilendiğim yönetmenlerden birisidir. Ayna, Daire, Kanlı Altın, Ofsayt başta olmak üzere, sinema tarihinde o kadar benzersiz filmler yaptı ki, bütün filmleriyle bir vicdanı ve saf ahlakı arayan sanatçı olarak yalnızca bu yaptıkları ile varolabilecek yönetmendir. Ben kendisiyle İstanbul Film Festivalinde tanıştım, iki kere söyleşi yaptım. Bir kere jüri üyesi olması nedeniyle basın toplantısında dinledim. Cafer Panahi şimdi İran’da tutuklu; hakkında muhalif olduğu gerekçesiyle soruşturma yapıyorlar, ahlaksız suçlamalarla iktidarın ona sahte-mahkeme kurması içten bile değil. Tümüyle olabilir bunlar.
Sevgili dostlar, Panahi ağabeyimizle dayanışmak hepimizin sanata ve insanlığa karşı borcumuzdur, ben gerek filmlerinden ve gerekse yaptığım konuşmalardan yola çıkarak söylüyorum; vicdanıyla sanat yapan, vicdansız çağımızın aykırı örneklerinden birisidir, dahası Yeni İran Sineması içinde, başka hiçbir yönetmene nasip olmayan denli derin bir görüye sahiptir. İran toplumunu anlamak istiyorsanız, hiçbir başka yönetmen Panahi kadar doğurgan ve insanı sarsacak soruları belirli bir estetik güzellik içinde verememiştir. Zaten neredeyse tüm filmleriyle çok önemli uluslar arası ödüller alan bir yönetmendir: İstanbul Film Festivali de aralarında olmak üzere, Venedik/Locarno/Berlin’de çok önemli ödüller almış birisidir.
Yönetmenlerimizden yazarlarımıza kadar ve elbette ki sanatla derin ilişkiler kuran bütün sinemaseverlerimizin de katıldığı bir şekilde, İran Konsolosluğu önünde bunu protesto eden bir açıklama yapmak için daha ne bekliyoruz? Ben şahsen Panahi özelinde, ülkemiz adına şu ana kadar önemli bir tepkiselliğin ve dayanışmanın olmamasından dolayı biraz utanmış durumdayım.
Özellikle ülkemiz düşünüldüğünde, 1972 yılında Yılmaz Güney için dünyanın değişik sanatçılarından 160’ın üzerinde imzayla, Türkiye Cumhuriyeti’ne yazılan dilekçeden dolayı, zaten dünya sinemasına borçlu değil miyiz?