Bugün “Hayatın Notları” sütununu sanatımızın iki büyük ustasına bırakıyorum. Biri dün gece 95. yaşını kutladığımız yaşayan en büyük ressam İbrahim Balaban. Diğeri de Balaban hakkında aşağıdaki konuşmayı yapan Prof. Dr. Ataol Behramoğlu.


8 Haziran 2016 gecesi (dün) Şişli Belediye Başkanı Hayri İnönü’nün öncülüğünde Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Evi’nde düzenlenen görkemli gecede Rutkay Aziz, Orhan Alkaya sahneye çıktılar. Müzisyen Haluk Çetin, kendi bestesi olan Nazım Hikmet şarkılarından oluşan kısa bir konser verdi.

***

Ataol Behramoğlu’nun konuşmasının tam metni:
İbrahim Balaban’la kişisel tanışıklığımız 1960’ların ilk yıllarında Bursa’da başladı.

O özellikle bizim çevrelerde çok ünlü bir ressam, bizler 60 yıllar kuşağının öncü gençleri, çoğumuz Türkiye İşçi Partili üniversite öğrencileriydik.
Ziraat müdürü babamın aynı yıllarda o sırada gerçekten bir yeryüzü cenneti olan Bursa’ya atanmasının bana kazandırdığı mutluluklardan biri de halkın içinden bir mucize gibi çıkıp gelmiş bu büyük ressamla kişisel olarak karşılaşıp arkadaş olmamızdır.

Balaban’ın kişiliğinde sadece büyük ve özgün bir ressam değil, yaşama sevinci ve mizah duygusuyla dolup taşan çok seçkin bir insan da tanımış oluyordum.

Aradan geçen yarım yüzyıldan çok zamana karşın, bugünmüş gibi anımsadığım bazı anılarımı paylaşmak isterim.

Bursa’da o günlerde, hepsi birbirinden değerli ve içlerinden bazıları esnaf ya da zanaatkâr olan arkadaşlarla “Bursa Oda Tiyatrosu”nu kurmuştuk.

İlk oyunumuz “Fareler ve İnsanlar” büyük başarı kazanmış, bir gösteri için Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosunda da sahnelenmişti…

Ziyaretimize gelen Balaban’dan arkadaşlarımızdan biri salonumuzun daha teatral bir anlam kazanacağını söyleyerek duvara asmak için bir tablo istedi…

Balaban’ın kahkaha atmaksızın da kahkahayla dolu sesiyle ve hiç değiştirmediği yöresel aksanıyla söylediği söz şu andaki gibi belleğimdedir:
“Hayrola, tiyatroyu siz mi oynayacaksınız, yoksa duvarlar mı?”

Bir başka görüşmemizde, o sıralarda Bursa’ya taşınmış olduğu için, resimlerine artık şehir konularının, işçilerin de girip girmeyeceğini sormuştum…
Verdiği yanıt yine bir sanat öğretisi niteliğindeydi…

“Çocukluğumun konuları bana daha yeni yeni geliyor…”

Balaban gerçek anlamıyla bir mucizedir…

Bu mucizede “şair baba”sının, Nâzım Hikmet’in başlangıçtaki yönlendirişi kuşkusuz en önemli etkendir.

Fakat sonrası, Balaban’ın kendi yeteneğinin, kendi sanatçı dehasının ürünüdür.

Gözlerimin önünde şu an harman yeri tablolarından biri canlanıyor.

Yaşar Kemal’in ”sarı sıcak” dediği kavurucu bir güneş altında, bir çift cılız öküze bağlı düven üzerinde dönüp duran bir köylü...

Sanat yapıtı biçim değil, o biçimin yansıttığı, o biçimden taşan enerjidir…

Balaban’ın bu tablolarının bende uyandırdığı etki, bir çaresizlik, bir kısır döngü anlatımıdır…

Dön dön sona ermeyecek bir kahır; tüketen, bitiren, yok eden bir kısır döngü…

Köylünün yaşamının en etkileyici, en sarsıcı, en çarpıcı özeti…

Öte yandan, yine de ve her şeye karşın, bitip tükenmek bilmez bir direniş…

Kahırla dolu da olsa şaşılası bir çalışkanlık…

Yaşamını emeğiyle kazanıp sürdürme konusunda akıl almaz, hayranlık uyandıran bir ısrar, canını dişine takmışçasına bir çabalayış…

İşte Balaban’ın en gerçek anlamıyla bir halk ressamı, halkın ressamı olmasının sırrı, hem bu kısır döngüyü, hem de onun içindeki her an patlamaya, alevlenmeye hazır enerjiyi görüp göstermesindedir.

Bu muhteşem yaratıcı kişiliği, sevgili Balaban’ı, sevgiyle, saygıyla, hayranlıkla selamlıyorum:
-Balaban bir mucizedir!