Arkadaşımız, kardeşimiz Refik’i, dün Erenköy’de, Galip Paşa Camii’nden uğurladık. Rızasıyla gitti. Özgür bırakılmak istemiş, beyaz atına binip gitmek... Öyle arzu ettiysen can-bâş üstüne! Eşi Bilge Durbaş öyle diyor. Yıpranmış, yola koyulmak istiyormuş. Hepsiyle vedalaştığını ve gittiğini söylemiş. “Beni özgür bırakın!” demiş. Ne denir ki? Bırakmışlar, o beyaz ata binip gitsin...

Refik Durbaş iyi insandı. İnsanı, insan olarak değerlendirirdi. Pasinler doğumlu bir Erzurumluydu. Anadolu çocuğu, halk çocuğuydu. Zaten birkaç şiirini okusanız görürdünüz. Büyük şehirdeki Anadolu çocukları, onun esas konusuydu. Çıraklar, otobüs muavinleri, tezgahtar kızları unutulmaz şiirlerine konuk etmişti. Daha doğrusu o şiirlerin en has sahibiydiler. ‘Çırak Aranıyor’un çırakları, ki zor sorular sorarlar ustalarına:

“Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?”
Sonra, ‘Çaylar Şirketten’in, otobüs şirketlerinde çalışan yersiz-yurtsuz muavinleri...
“İstanbul - Ankara - Kayseri
Adana - Antep - Mardin
Bursa - İzmir - Bodrum
üç yıldır gider gelirim
302 Mercedesin arka koltuğunda
ne yattığım yer belli
ne içtiğim su”

Vurmuştur kendini yollara. “Zulmüne şivan düşe yoksulluk.”

Kimileri onun büyük şehrin ‘entel’ denen tayfasınca makbul sayılmadığını söylemiş. Oysa Refik’in şiiri herkesin kalbine vururdu, herkesce makbuldü. Vurmadığı kişi de ne şairdir, ne edebiyatçı! Refik’in yazdıklarını edebiyatla ilgisi olmayanlar bile sever, benimserdi. Yazdıkları onların hayatının bir parçasıydı.

“....eğer sanatçı anlatamıyorsa yaptığı sanat değildir” diyor. “Ben buna karşıyım. Sanatçıysan çağından, insanından sorumlusun. Simgelerle de olsa mesajını iletmek zorundasın. Ama bunu yaparken, slogancılığa da düşmemek gerek. ‘Ben biçim araştırması yapıyorum, ben yeni bir şiir yazıyorum’ diye anlamsız, kendi içine kapalı, insana hiçbir ipucu vermeyen şiirler yazanlara karşıyım.” (Cumhuriyet, 15 Aralık 1983) O sorumluluğunu bilirdi, mesajını da iletirdi.

Yazdıklarını unutmayız elbet. Ama bazen tavsiyesini tutmuyor olabiliriz. “Şarabı sev, tütünü incitme,” diyor Refik.

Eyvallah! “….beni de unut artık.” Bu şiirler kitaplarına sokulup uyudukça, sayfaları her açıldıkça hayat kazanırken mümkün mü unutmak? “Yüzüne ay doğmakta. Seviyorum seni” deriz. Onu kuş tufanlarına emanet eder, menzilini bizden yana çeviririz.

Refik Durbaş şairdi, yazardı, Gazeteciydi, dergiciydi, edebiyatı anılarda yaşatmış, her yazdığını hayatla birleştirmişti. 1992 yılında Cumhuriyet gazetesinden emekli olmuştu, son olarak BirGün’de köşe yazarlığı yapıyordu. Tanışları, ahbapları, meslektaşları, dostları, arkadaştan ileri kardeşleri dün onu uğurlamaya gelmişti.

Sık sık gördüklerimiz de vardı, yıllardır göremeyip özlediklerimiz de. Bizi birbirimize Refik bağlıyordu.

Seni en son Nevzat’a kahvaltıya gidişimizden hatırlıyorum, Refik. Dönüşte de arabanın arkasında oturmandan. Bilge, sürücülüğü üstlenmişken bizim vır vır konuşmamızdan... Artık yüz yüze konuşmalar mümkün olmayacak demek. Olsun, sen yanımızda olmadan, hatta seninle tanışmadan ruh ruha konuşmaya da alışkınız biz. Yazdıkların yanımızdaydı çünkü.

Demek artık senden önce maviliklere süzülenlerle konuşacaksın. Ülkü Tamer’le meselâ. ‘Barış Koyun Çocukların Adını’nın bazı bölümlerini Ülkü’nün bazı şiirlerine ne çok benzetirdim. Hani “Oyunu sever bütün çocuklar / birdirbir, uzun eşek, körebe“ var ya... Bir de sonunda “Barışı sever bütün çocuklar / beştaş, saklambaç, elim sende” Öyleyse? Bizim başlığımız da çıktı demektir: ‘Barış Koyun Çocukların Adını.’