Hep böyle olur zaten. Eğer bir standda çalışmıyorsan, kitap fuarı göz açıp kapayana kadar bitivermiş gibi gelir insana. Bu yıl ben de fuarın nasıl başlayıp bittiğini anlamadım. 10 Kasım’dan 18 Kasım’a kadar sürdü sözde. Ama artık yayınevimiz olmadığı için standda çalışmıyordum, iki-üç gün salon salon da dolaşmadım. Bir gün gittim. İmza gününü, paneli, az bir miktar dolaşmayı da o güne sığdırdım.

Resmi bilgilere göre, 37. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı”nın ana teması, “Hayatı Edebiyatla Kuşatmak”, Onur Yazarı da ilk kitabından beri izlediğim Selim İleri’ydi. Fuar, malum, Beylikdüzü’ndeki TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’ndeydi. Bu yıl 611 bin 444 kişi ziyaret etmiş. Yayınevi yetkililerine göre, bu yıl en çok romanlara ilgi gösterilmiş.
Evet, yıllardan beri olduğu gibi ben de (gene) romanlara ilgi gösterdim. Alışkanlık mı bilmem, onları evvel eski sevmişimdir çünkü. Bunlara Peyami Safa’nın Server Bedi müstear adıyla yazdığı bir Cingöz Recai romanı da dahil. Erol Üyepazarcı’nın notlandırarak yeni harflere aktardığı Cingöz Recai hikâyeleri zaten bana ulaşmıştı. Hatta, Erol ağbi ile radyoda bir program bile yapmıştık. Ama Didem Ardalı Büyükarman ve Süheyla Ağan’ın hazırladıkları romanı, “Cingöz’ün Esrarı”nı henüz görmemiştim. Aslında daha hiç Cingöz Recai romanı okumamıştım. Ötüken standı yakındaydı neyse ki, hemen bir tane edindim.

Baş hedefim ise, TDK standıydı. Her zamankinden biraz daha yukarıdaydılar. Tek tek mevcutlara baktıktan sonra, “İyi bir Osmanlıca-Türkçe sözlük istiyorum,” dedim. Oysa iki tane iyi sözlüğüm vardı zaten. Olsun, bunu da hocam değil de ben seçmiş olayım. Oradaki hemen hemen her kitapta aklım kalsa da, sadece bir seyyahın Osmanlı mülkünde dolaşmalarına ilişkin notları tuttuğu defterini aldım. Başım dönüp düşmeyeyim, belki biraz da standda kendimi kaybetmeyeyim diye bana eşlik eden Oya’nın (Balkan) kolunu tutup uslu uslu Günışığı’na döndüm.

Aslında benim kitabım (portre kitabı diyorum ama rivayet muhtelif) Günışığı’nın büyük kardeşi ON8’den çıktı. Ben de zaten aslında ON8 blogunun yazarıyım. İmzalarda da o gün epeyce geliş-gidiş oldu. O gün Ahmet Büke, Karin Karakaşlı ve Neslihan Önderoğlu’nun da imzaları vardı. Hatta Neslihan ile benim, Halil Türkden moderatörlüğünde bir de panelimiz: “Sinemada Edebiyat, Edebiyatta Sinema. Ben böyle söyleşilerden, panellerden çok tırsarım. Kalabalık önünde konuşmak zor gelir. Üstelik gerçekten de kalabalıktı. Sonunda ilgileri için teşekkür ettim. Ben böyle söyleşilerde dinleyici olmayı da pek sevmem de…

Sonra İletişim’e uğradım. Önce Tuğrul’un (Eryılmaz) kitabı “68’li ve Gazeteci”yi aldım. Söyleşiyi yapan, Radikal’de birlikte çalıştığımız Asu Maro kardeşmiz idi.

Pek güzel olmuş. Tuğrul benim için öyle iyi şeyler söylemiş ki, hayretten bayılacaktım az daha. Yüzüme karşı pek söylemez çünkü. İki tane de Yakup/ Kadri: “Hep O Şarkı” ile bende çok eski bir baskısı olan sadeleştirilmiş “Kiralık Konak”. Son olarak da eksik iki Burhan Sönmez kitabım: “Kuzey” ve “Masumlar”.

Panelden sonra, hem kıymetli Şen Çakır’ımı görüp, hem de PEN kartımı almak için, Cumartesi çaycısı editörüm Müren ile (Beykan) önce PEN standına gittik. (Burhan da PEN’den arkadaşım.) Şen’e konuk olduk biraz. Geri dönerken, Can Yayınları standında Latife Tekin’e rastladık. Önünde koca bir kuyruk varmış meğer. Kuyruğu fark etmeden, sekiz yıl aradan sonra çıkardığı “Manves City” ile “Sürüklenme”yi önüne koydum. İmzalamasını rica ettim. Tam o anda kuyruğun farkına vardım. Kendilerinden özür diledim, “İmzam var,” dedim (Vardı sahiden). YKY’de de Füruzan vardı. Önünde koca bir kuyrukla. Ama bu sefer dersimi almıştım. Füruzan ne imzalayacağımı sorunca, “Kitabım var, sana yollarım,” dedim. Sonra da, naçizane, yolladım. O da bana imzalayıp oyunlarını yollamış.

Kısaltılmış ama parlak bir fuardı gene de. Seneye, hiç görevim olmadan rahat rahat dolaşsam diyorum.