Büşra Küçük’ün ilk kitabı Beni Sevmeyen Hanginizdi? 6:45’ten yayımlandı. Biz de Büşra Küçük ile ilk kitabı üzerine konuştuk.

“Beni Sevmeyen Hanginizdi?”
Fotoğraf: Mustafa Dilek

Yüksel Sendan

Kasım ayında 6:45 etiketiyle yayınlanan Beni Sevmeyen Hanginizdi? Büşra Küçük’ün ilk kitabı. Kitap, farklı zamanlarda, farklı alanlarda yazılmış denemelerden oluşuyor. Yazar, tüm denemelerini, bilimsel çalışmaları esas alarak kaleme aldığı halde, kullandığı samimi dil okurla içten bir bağ kurmasına yardımcı oluyor. Okuru, hem kendi içinde hem de bulunduğu toplum içinde bir yolculuğa çıkartan kitapta, otuz iki ayrı deneme, “İlişki”, “Varlık-Yokluk”, “Veda” ve “Kaygı” başlıkları altında toplanıyor.

Sevgili Büşra, kitabını heyecanla bekleyen ve ilk baskısı çıkar çıkmaz alıp, bir solukta okuyan biri olarak, bu röportajı gerçekleştirmekten çok büyük mutluluk duyduğumu söylemek isterim öncelikle. Çok sayıda öykü ve denemelerin olduğunu biliyorum ama bu senin yayınlanan ilk kitabın değil mi? Seni tanımayan okurlar için, kendini kısaca tanıtmanı istesem öncelikle: Büşra Küçük kimdir?
Çok teşekkür ederim. Evet, Beni Sevmeyen Hanginizdi? yayınlanan ilk kitabım. Yaklaşık on yıldır belirli aralıklarla çeşitli mecralarda öykü, deneme, söyleşi türünde yazılar yazıyorum. Son birkaç yıldır BirGün de bunlardan biri oldu. Aslında edebiyatla ve felsefeyle içlidışlı bir klinik psikoloğum diyebilirim. Bu kitaptaki yazılar da benim kişisel olarak dert edindiğim ve gözlemlediğim insan meselelerine odaklanıyor. Hem ilgi alanım hem de eğitimini aldığım için daha ziyade varoluşçu ve psikodinamik perspektiften yazılmış, bu psikoterapi ekollerinin kaynaklarından beslenmiş yazılar olduğunu söyleyebilirim.

Peki, seni böyle bir kitap çıkarmaya iten ve daha ötesinde yazmaya iten en büyük motivasyonlar neler olabilir ?
Beni yazmaya iten; eksiklik duygusu, tamamlanmaya dair arzu ve yaratmanın bünyemde uyandırdığı neşe ve canlılık hissi diyebilirim. Yazdığım konu ne kadar zorlayıcı olursa olsun 
benden çıktıktan sonra biraz olsun hafiflemek... Bu kitabı yazmaksa zor bir zamanda yaşarken zor konularla baş etme çabasından başka bir şey değil sanıyorum. Benim de etrafımdaki insanların da benzer konu başlıklarında yaşadığı deneyimleri anlama ve araştırma çabasının bir ürünü.

Kitapta farklı zamanlarda, farklı konularda yazılmış denemeler mevcut. Hangi zaman aralığında yazıldı bu yazılar? 
Bu yazılar 2017 ile 2023 arasında yazıldı. 

Peki, gelelim kitabın ismine. Oldukça direkt ve çok net bir soru bu; Beni Sevmeyen Hanginizdi?. Yazar bu sorunun cevabını mı arıyor, yoksa bu soruyu okurun kendisine mi sormasını istiyor?
Aslında şöyle düşünüyorum; hayatta yaşadığımız özellikle ilişkisel güçlüklerin büyük kısmında dönüp dolaşıp çocukluğa dönüyoruz ve orada bir yerlerde aksayan bir şey olduğunu varsayıyoruz. Ve çoğunlukla evet, aksayan bir şeyler var ve bu aslında normal. Yani çocuk ebeveyn ilişkisinde zaten kusursuz ve mükemmel diye bir şey elbette yok. Tabii bu kastettiğim “sağlıklı” ilişkilerde bile böyle. Bununla birlikte travmatik ebeveyn çocuk ilişkilerindeyse aksayan sevgi, yoksunluklar insanın hayat boyu ayağına dolanıyor. Dolayısıyla evet, hem ben hem de pek çoğumuz bu sorunun cevabını arıyoruz. Bu kitaptaki niyetimse artık yetişkin olan bizlerin bu sorudan yola çıkıp alanı genişletmesi ve kendine de “Ben insanları sevebiliyor muyum?” diye sorabilmesi. Çünkü ancak kendi hayat sorumluluğumuzu alarak yetişkin olabileceğimizi, daha kapsayıcı bir zihne sahip olabileceğimizi düşünüyorum. Beni Sevmeyen Hanginizdi? iyi bir başlangıç sorusu olabilir, ancak eksik. Devamında “Peki, ben sevebiliyor muyum?” gelmeli. Bu uzun bir yolculuk kanımca, bir sorudan diğerine de kolaylıkla geçilemiyor.

Kitapta, aynı içerikteki denemeleri belli başlıklar altında topladığını görüyorum. Bu
başlıklar, örneğin “İlişki”, “ Varlık-Yokluk” gibi, sonradan mı oluştu, yoksa önce ana
konuları belirleyip denemeleri bu doğrultuda mı yazmaya özen gösterdin?
Yazdığım yazıları bir araya getirip kitaplaştırma fikrinden sonra yazıların daha ziyade bu dört ana konu başlığında toplandığını fark ettim. En baştan belirlendiğini söyleyemem.

Bu kitapla okurun hayatında, bakış açısında nelerin değişmesini bekliyorsun? Ya da böyle bir beklentin var mı?
Okurun bakış açısında bir şeylerin değişmesini beklemek biraz kibirli geliyor benim kulağıma. Sanki umabileceğim tek şey okura temas etmesi olabilirmiş gibi. İçsel bir temasın zaten dönüşümlerde de önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Bir kapı aralamak gibi, bazen yalnızca duygudaşlık gibi beklentilerim var. Herkesin bir yolu var, bu kitap da merak eden için yol arkadaşı olsun isterim. 

Kitap çok yeni ama okurlarından nasıl tepkiler aldığını merak ediyorum. Örneğin ben, kitabı okurken kendimden çok fazla şey buldum, çok tanıdık duygular, düşünceler, davranışlar gördüm ve o zaman diliminde bile olsa “yalnız değilim” gibi bir hisse kapıldım.

Doğrusu tam olarak böyle tepkiler alıyorum  ve bu da beni çok mutlu ediyor. Az önce bahsettiğim duygudaşlığın kendisi böyle bir şey herhalde. Kitapta birtakım kişisel kısımlar da var, sanıyorum daha çok kavramsal değil de kişisel olanda birleşiyoruz. Yalnızlıkla ilgili yazıdaki yavru kedi hikâyesi mesela, en fazla paylaşılan, konuşulan kısım oldu şimdiye kadar. Benim için de çok ayrı bir yerde. Yani sanki ben ne kadar içerden yazdıysam okur da o kadar içeri alıyor. Böyle hissetmek güzel.

Biraz “İlişkiler” başlığı altındaki yazılarına odaklanmak istiyorum. Issız adamlar, manipülasyonlar, mağdur-zorba rolleri… O kadar tanıdık hikâyeler ki! Doğru insanı bulmak, uyum içinde bir ilişki yürütmek artık iyice zorlaştı. Bu durumlar hep vardı da bizler mi bilmiyorduk, ismini mi koyamıyorduk, yoksa durum giderek daha vahim hale mi geliyor?

Bunların çoğunun aslında yeni durumlar olduğunu düşünmüyorum. Ancak teknolojikleşmeyle birlikte yalnızlaştığımız, ilişki biçimlerimizin farklılaştığı, belki biraz da hız düşkünü olduğumuzu düşünüyorum. Sekmeden sekmeye atlar gibi kişiden kişiye geçilen bir ilişkiler dünyası var. Ve bu oldukça yaygın. Yalnızlık da ilişki de nerdeyse tüketim malzemesi haline gelmiş, bir an önce içinden çıkılması gerekiyor. Modern zaman ilişkileri sanki hazımsızlık yaratıyor; hızlıca içeri al, hızlıca çiğne, hızlıca tükür. Ve bu hız içinde savrul. En çok ihtiyacımız olan sakin kalmakmış gibi geliyor bana. Bir şeylerin adını koymak için de, yaşanan travma mı, ne bileyim “toksik” ilişki mi, nedir, anlayabilmek için de sakin kalıp bir bakmak gerekiyor. Tanıların, tanımların içinde boğulmadan, tahammülün de her türlü ilişki için ihtiyaç olduğunu unutmadan. Burada kastım elbette şiddete, istismara tahammül etmek, onun içinde ısrarla kalmak değil. İlişkilenebilmek için zamana yayılmak sadece. 

“Varlık-Yokluk” başlığı altında da yedi ayrı deneme var. “Anlam Arayışı” benim en çok ilgimi çekenlerden bir tanesi. Burası en temel nokta gibi geliyor bana. İnsanın, yaşamdaki anlam arayışının ne zaman başladığını düşünüyorsun ve daha çok merak ettiğim; bir yerde son bulabiliyor mu bu arayış?
Anlam arayışının ergenlik dönemiyle birlikte başladığını ve hayat boyu devam ettiğini kısa yoldan söyleyebilirim. Aslında kitapta da söylediğim gibi; “yaşadım” diyebilmek için “kaçmadım” diyebilmek gerekiyor. Bu ne demek? Hayatta anlamın bize paketlenip, süslenip hediye edilen bir şey olmadığı demek. Anlama, kendimizden kaçıp hazza sığınarak değil de kendimize dönerek yaklaşabiliyoruz. Bu da hayatta sorumluluk almakla, varoluşun yükünü sırtlanmakla biraz mümkün olabiliyor. Tüm boşlukları doldurarak kendimizden kaçmak pek de anlamlı bir yere varmıyor. 

Yoksunluklar ile ilgili yazılar üzerinden şunu sormak isterim; yoksunluk psikolojik olarak aşılabilir bir durum mudur?
Yoksunluk/yoksulluk belki kitaptaki en travmatik diyebileceğimiz konu başlıklarından. Özellikle yaşamın erken evrelerinde yaşanan bu tarz deneyimlerle baş etmek oldukça güç. Ve karakteristik özellikler olarak bünyemize eklenmesi ya da baş etme mekanizması geliştirilmesi olası. Çünkü hayatın ilerleyen yıllarında kurduğumuz ilişkiler biraz da bu yoksunluklarla nasıl baş edildiğine bağlı olarak şekilleniyor. Büyümek de zaten bu baş etme sürecinin bir sonucu gibi. Hiçbir yoksunluk yaşamadan büyümek pek mümkün değil, çünkü çocuğun olgunlaşabilmek için bu eksiklerle baş etmeyi öğrenmeye ihtiyacı var. Yoksunluk çok şiddetli olduğundaysa büyümek yerine çocuk oraya saplanıp kalabiliyor, çünkü baş edemiyor. Yani eğer travmatik bir yoksunluk/yoksulluk deneyiminden bahsediyorsak bunu aşmak kolay olmayabilir. Ama her deneyim için bir genelleme yapmak mümkün değil. 

Bir de tabii beni en çok etkileyen yerlerden biri “Veda” başlığı altındaki yazıların. Hayatta en çok kaçınmak istediğimiz ancak asla mümkün olamayacak bir durum. Ben şahsen veda etmekte çok zorlananlardanım. Bu başlık altında yazdıklarını da dikkate alarak benim gibi insanlara neler söylemek istersin?
Veda çok zor ve katmanlı bir mesele. Kolayca veda edebilen var mıdır, inan hiç karşılaşmadım. Ben mesela bu kitabı iki yıl önce ölen kedim Fıstık’a ithaf ederek hâlâ onun bir yerlerde yaşamasını sağlamak derdindeyim. Ona gerçekten veda etmiş sayılabilir miyim öyleyse? Yas da zaten döngüsel değil mi? Kaybedersiniz ve yas tutarsınız, ya da yastan kaçınırsınız. Bazen insan ruhsal olarak daha iyi hissettiği, fiziksel olarak daha sağlıklı olduğu bir hayat dönemine, orada kaybettiği dinamizme bile veda edemeyebilir. Kaybedilen illa bir insan, bir kedi olmak zorunda da değil. Kayıp varsa yas vardır ve yas öyle kuvvetlidir ki insanın ilk hareketi ondan kaçmak, uzaklaşmak, kendini korumaya çalışmak olacaktır. Bu da garip değil. Ancak şunu gözden kaçıramayız; kaybetmek öyle ışıl ışıl bir gerçeklik ki, insana kendini hep yeni baştan öğretiyor. Veda etmek de öyle. Bir formülü yok, ama edilişiyle ya da edilemeyişiyle bir anlamı olduğu muhakkak. 

Son bir soru. Son zamanlarda çok sayıda çok farklı konularda kişisel gelişim kitapları görüyoruz raflarda. Bu kitapların çoğu, her an mutlu, sağlıklı ve bolluk içinde kısaca tümüyle pozitif bir hayatın mümkün olduğu mesajını veriyor ve çeşitli yollar gösteriyor. Sen psikoloji alanında eğitim almış biri ve bu kitabın yazarı olarak, okura, son söz olarak, bu konuda ne söylemek istersin?

Tüm bu iddialara ancak karşı çıkabilirim. Hayatın her zaman ferah olması beklenemez, sürekli mutluluk beklentisiyse insanı yalnızca yıpratır. Mutlu olmak o kadar kişisel bir konu ki buna dair yapılabilecek herhangi bir genellemenin içinin boş olmaması bana pek mümkün görünmüyor. Acının, ilişkisel çatışmaların hatta kaybın bile bir anlamı, bağlamı varken tüm bunlardan kaçınmayı öğütleyen bir yaklaşım bana hiç hitap etmiyor. Kısa yolları pek sevmem. Yetişkinlerle çalışırken de kısa yoldan aforizma üreten yaklaşımları değil ucu açık çalışmaları tercih ediyorum. Kendi cevaplarımızı ancak yine kendimiz bulabiliriz, bize yol gösteren soruları doğru seçmekte fayda var. Bir hayat hedefi olarak sürekli mutlu ve sağlıklı olmayı beklemek bana gerçekçi gelmiyor. Mutsuzluktaki anlamı da aramanın ve üretmenin peşindeyim. Bir de bu kitap da dahil olmak üzere herhangi bir kitabın bize hayatın sırrını verebileceğini sanmıyorum. Herkes kendi sırrını kendi üretecek. 

Sevgili Büşra, bu çok keyifli ve aydınlatıcı sohbetin için çok teşekkür ederim. Dilerim, bu kitap, ihtiyacı olan herkese ulaşır ve kendisini seven ya da bu yolda adım atan insanların artmasına da vesile olur.