MERİÇ KIRMIZI – Dr. Öğr. Üyesi OMÜ, Fen-Edebiyat Fakültesi Bir akademisyen öldürüldü. Bu iklimde kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerini ‘kanıksamıştık’, Batılıların Ortadoğu’daki ‘gündelik’ patlama ve ölümleri kanıksaması gibi, ama bir kadın araştırma görevlisinin ölümüne ‘alışmamıza’ daha vardı… Bu üzücü olay üzerine yazıldı, çizildi, olayın birçok bakımdan çözümlemesi yapıldı. Akademinin geldiği durumdan, akademide ya da […]

Bir Akademisyenin Öldürülmesi: Toplumsal etik ve ilkeler

MERİÇ KIRMIZI – Dr. Öğr. Üyesi OMÜ, Fen-Edebiyat Fakültesi

Bir akademisyen öldürüldü. Bu iklimde kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerini ‘kanıksamıştık’, Batılıların Ortadoğu’daki ‘gündelik’ patlama ve ölümleri kanıksaması gibi, ama bir kadın araştırma görevlisinin ölümüne ‘alışmamıza’ daha vardı… Bu üzücü olay üzerine yazıldı, çizildi, olayın birçok bakımdan çözümlemesi yapıldı. Akademinin geldiği durumdan, akademide ya da iş dünyasında kadının yerine, bireysel silahlanmadan, doğru davranışın değersizleşip, saygınlığını yitirmesinin gösterdiği toplumsal etiğin çöküşüne ve her bireyin kendi kuralını, ‘yasasını’ uygulamayı kendine hak görmesine kadar birçok konu tartışıldı. Hepsine katılıyorum. Ancak, insanların bu yerinde tepkilerinin kalıcılığına, bu tip ‘korkunç!’luğuyla sıradanlaştırılan olayların gelecekte yaşanmaması için yapılanlara ilişkin endişelerim var. Üstelik, bütün bunlar şu gerçeği ya da toplumsal utancı değiştirmeyecek: Bir akademisyen öldürüldü. Onun da hepimiz gibi gündelik kaygıları, işini iyi yapma isteği, gelecekle ilgili düşünceleri ve bir ilişkiler ağı vardı. Artık hiçbiri yok.

Olaydan sonra üniversitelerde güvenlik önlemlerinin arttırılacağı söylendi. Bu Wacquant’ın Fransız banliyölerine yönelik yerel yönetimlerin geliştirdiği toplumsal hizmetler için yaptığı, toplumsal sorunların kanayan yarasına “yara bandı yapıştırma” benzetmesini anımsatıyor. Bu benzetme devletin çözümlerinin toplumsal yaraları iyileştirmeye çalışmaktan öteye geçemediğini, yani yaraların oluşumunu bütünüyle engelleyemediğini anlatıyor. Artık, insanlar “göze göz, dişe diş” mantığıyla kendileri silahlanmıyorsa ve adaleti yasada, mahkemede değil, ama sanal yakınma kanalları üzerinden tek bir tepe kurumda aramıyorlarsa, güvenlik kameralarından, özel güvenlik görevlilerinden yardım beklemeye başladılar. Oysa biliyoruz ki öldürülen akademisyen bir süre sonra başka toplumsal travmalarla birlikte bilincin gerilerine bir yerlere bastırılacak. Belki bir avuç insan onu yıllık anmalarla kendi içinde yaşatmayı sürdürecek, Madımak’ta öldürülenlerin kararlı çocukları gibi. Almanya Nazi utancıyla nasıl baş etti? Bu konuyu reddederek mi, yoksa bir toplumsal utanç konusu olarak kabul edip, bu konuda alçakgönüllü bir kabulleniş sergileyerek ve olayı her koşulda anıp, anımsatarak mı?

Akademisyenin öldürülmesi ile ilgili yapılması gereken işte budur. Olayı belleklerde hep canlı tutup, doğrudan sorumlu olmayan kişiler olsak bile, bu suçtan hepimiz topluca utanç duyarak… Öldürülen kişiyi çalıştığı kurumda ve başka üniversitelerde doğruluğun, çalışma etiğinin somut ve kalıcı bir simgesine dönüştürerek, gerçeği kabullenerek gelecekte aynı olayların yaşanması olasılığı belki bir parça azaltılabilir. Hazır dün Haneke’nin faşizmin ortaya çıkışını küçük bir köydeki toplumsallık üzerinden bize betimleyen Beyaz Bant’ını (2009) bir kere daha izlemişken, akademisyenin ölümüyle de ilgili olan ve bir toplumbilimci olarak beni en çok kaygılandıran bir duruma dikkat çekmek isterim. Ülkemizdeki artan toplumsal kutuplaşma gerçeği anket çalışmalarıyla, yinelenen seçimlerle, dış göç istatistikleriyle gündeme gelip duruyor. Bununla ilgili birkaç dikkatli gözlemci yazar dışında pek sözü edilmeyen, önemli bir olgu var.

Bu şey, bütünlüğü bozulmuş toplumun, zamanın ruhu (zeitgeist) içerisinde kendini güçlü gören belirli kesimlerinin diğer kesimlere, kendinden olmayanlara duyduğu nefretin artık, gündelik pratiklere dökülmeye, yani toplumsal tabanın da aşağıdan yukarı doğru faşizan eğilimler göstermeye başladığı gerçeğidir. Örneğin, öğrencilerin hocalarına ya da tamirci, kargo çalışanı, su dağıtıcısı, vb. hizmet veren kişilerin hizmet alan müşterilerine ayrılırken, karşısındakinin kim olduğunu, dünyaya hangi çerçeveden baktığını, bundan hoşlanıp, hoşlanmayacağını, vb. hiç düşünmeden, “hayırlı günler” demekten çekinmemesi, yine, kimi türbanlıların başı açık kişilere, karşılarındaki kişinin toplumsal konumu ne olursa olsun, oldukça kaba saba, hatta neredeyse kötülükle davranmayı kendine hak görmesi bugün toplumsal ilişkilerde gözlemlenebilen durumlardır. İkincisiyle ilgili olarak, Nevşin Mengü’nün yakın tarihli, şu saptaması doğru ve önemli: “Başörtüsü, bir yanıyla, 90’larda başkaldırıyı, baskıya karşı duruşu, eşitlik talebini simgeliyordu. Bugün ise başörtüsü bir yanıyla, bir siyasi zaferi, zenginliği, nobranlığı, kendinden olmayanları küçümsemeyi, kendine benzemeyenlere tahammül etmemeyi simgeliyor.” (Birgün, 22 Ocak 2019) Mengü bu yazısında, insanların siyasi konumlarını dile getirme hakkı olduğunu da ileri sürüyor. Ancak, üniversitede türbanla ilgili eski tartışmada (artık ‘özgürce’ derslere giriyorlar ve sosyal bilimlerde sınıflarda çoğunluğu oluşturuyorlar; içlerinde derslerde büyük başarı gösteren, katılımcı, iletişime açık çocuklar da elbette çokça var) kritik nokta, türbanın siyasi simge olması mıydı, yoksa kamusal alana dinin girmesi ve böylece, eğitimde laiklik ilkesinin çiğnenmesi miydi pek emin değilim. Fransa gibi, laikliğin anayurdu olmuş ve kendi devriminin bu öz çocuğunu güçlü bir biçimde savunmayı sürdüren ülkelerde tartışmanın bu eksende döndüğünü öngörüyorum.

Bu güncel tartışmanın da yukarıdaki toplumun kendi içinde faşistleşme tehlikesi saptamasıyla doğrudan ilgisi bulunmaktadır, çünkü bu toplumsal tehdit ancak, laiklik gibi toplumsal eşitliğin ve bütünlüğün güvencesi olan ilkeler ortadan kalktıkça artar. Sonucu hepimiz biliyoruz: bir akademisyenin toplumsal saygınlığını, değerini yitirmesi ve bir hiç uğruna ‘öldürülmesi’dir.