Kendisinden devrimci sinema beklemiyor olsak da yeni bir sinema dili oluşturma çabası var ise iğneleyici cevaplar vermek yerine Cem Yılmaz’dan bir manifesto gelmesi daha iyi olacaktır.

Bir Cem Yılmaz sineması meselesi
Fotoğraf: Netflix

Cem Yılmaz'ın yazıp yönettiği ve oynadığı Netflix filmi 'Do Not Disturb' yayınlanmaya başladığından itibaren medyada “bu sefer olmamış” ve “harika bir film” olarak bölünme yaşandı. Bu hep yaşanır olduğundan, Cem Yılmaz sineması sonrası deneyimlediğimiz bir örüntüye dönüştü. O yüzden tuhaf bir gerilim hattı hissediyorum. Belki de bu gerilime dahil olmamak için senelerdir Cem Yılmaz filmi ile ilgili yazmadım. Bana kalırsa hepsi sevgiden olabilir. Buna geri dönüp filmden çıkınca attığım twite bakarak karar verdim; “Cem Yılmaz #DoNotDisturb filmindeki Ayzek ile sosyal/toplumsal eşitsizlikler ve paranoyalar alanına giriyor. Çok hassas bir yönetmen kendisi, insana dair söylediklerini aktarırken, bu komedi de olsa dram da olsa hissediliyor.” Buradaki “hassas yönetmen” vurgusunu önemli ve hepimizi bağlar buluyorum. Kendisinin mizah ve kültür tarihimiz açısından önemli olmasının haricinde bir şey var orada. Bu toplumun onunla yaşanmışlıkları var. Aralarında bir bağ var. Bu yüzden stresli bir şekilde çok başarılı olması ve harika filmler yapması bekleniyor. Ama bu bir türlü tam olmuyor. Bizler de kendimizce eleştirilerimizle onu kırmak istemiyoruz. Ben Cem Yılmaz’ı izlerim. Türk sineması açısından faydalı bulsam da Gora ve benzer yapıdaki filmleri haricinde dikkatlice de takip ederim. Aslına bakarsanız kendisine bir de borcum var. Sanırım 96’lardaydı. Hayatı hippi olarak deneyimlediğimiz liseden üç arkadaşımla, bir rock konserine gitmek için, birimizin parası eksik kalıyordu, Leman Kültür’de kendisinden borç para istemiş ve sohbet etmiştik. Sayesinde de üçümüz o konsere gitmiştik. Ardından kendisini Kars’ta bir film festivalinde gördüm, tavla falan oynadık. Tırnaklarını kemirdiğini fark ettiğimde şaşırmıştım hatta. Festivalin bir gece organizasyonunda, şu an hâlâ çok saygı gören, benim ise ismini duyduğumda iğrite olduğum birisi bana çok kaba bir şekilde asılmıştı ve o an yaşanırken Cem Yılmaz müdahale etmiş, şahsı uyarmış ve benden yana olmuştu. Bu iki önemli olay ile benim kendisine insani boyutta dostane bir bağım da bulunuyor. O yüzden her filmini izlediğimde daha da strese girerim kendi kendime. Kısacası arkadaşlarımın çektiği filmleri izlediğimde hissettiklerimi hissederim.

UYUŞUMSUZLUK

Kültürel bir deneyim olarak sinemaya gitmek ile Netflixlemek arasındaki seyirci veya hobi olarak “yeni” bir şeyler denemek ile çekirdek çitleyerek izlenecek filmler çekmek arasında sıkışıldığı sürece, Cem Yılmaz sineması meselesi hep aynı şekilde yaşanıp gidecek. Ta ki biz ona veya o bize sırtını dönene kadar. Cem Yılmaz’ın son filmi “Do Not Disturb” bir film değildi, önermeleri ve bazı alakasız olay örgüleri ile ancak bir dizi bölümü gibiydi. 2000 başlarında bir etki verebilecek bir görseli vardı. Kamerası monotondu. Oyuncu olma ile aynı oyuncuları yanlış rollerde oynatma ısrarı ile ortaya çıkan karikatürleşme hali bu sefer böyle bir hikaye içerisinde fazla sırıtıyordu… Düğümlenilen yerin zirvesinde Cem Yılmaz’ın camia içerisinde fazla ünlü ve fazla ayrıcalıklı olma meselesi yattığını düşünüyorum ve bu yüzden de filme dair eleştiri yazmaktan ziyade kısa bir yorum yaparak birkaç konuda genel bilgi paylaşacağım... Sanat sinemasının anlatı yapısı klasik anlatı sinemasından farklıdır. Filmin gerçeği nasıl yansıttığı şablon ölçeklerden biri iken, sanat sinemasının klasik anlatıdan koptuğu esas nokta neden-sonuç ilişkisidir. Sanat sinemasında neden-sonuç ilişkisi gevşek olur çünkü anlatının diyalektik yapısını vurgulaması gereklidir. Yabancılaşma, psikolojik etmenler gibi unsurların dâhil olduğu bu gevşetmenin çerçevesi hâlâ önemlidir. Çünkü gevşetme yaratan bu etmenler olay örgüsünde de boşluklar yaratır. Tam da bu yüzden sanat sineması olay örgüsünden ziyade karaktere odaklanır. O yüzden sanat sineması dediğimiz şey bir anlamda da karakter sinemasıdır. “Do Not Disturb” filminde her ne kadar Ayzek’e odaklansak da olay örgülerinin çokluğu bu karakter sinemasını sarsıyor ve birçok olay örgüsünün neden orada var olduğunun senaryo ve kamera ile tam anlatılamaması işin bu önemli ayağını daha en başından sarsıyor. Senaryo veya kamera yönetimi ile kavramsallaşamayan sahneler ile karşıtlıklar kalkar ve sahneler popüler sinema hanesine eklenir. 'Eczanede dans sahnesi’ ve bu sahnenin süresi buna en büyük örnek teşkil ediyor. Kendisinden her ne kadar devrimci sinema anlayışı beklemiyor olsak da yeni bir sinema dili oluşturma çabası var ise iğneleyici cevaplar yerine Cem Yılmaz’dan bir manifesto gelmesi daha iyi olacaktır. Küreselleşmenin tezahürü olan dijitalleşme ile her şey gibi “sinema” tanımı muğlaklaşsa da, benim düşünceme göre sanat sinemasının anlatı yapısında olan filmlerinin gösterildiği ilk yerler/mekânlar, popüler sinema filmlerinin gösterildiği yerlerden farklı olmalıdır. Bu aynı zamanda seyirci profilinin farklı olması demektir ve bu da sanat sinemasının en temel argümanlarındandır. Tüm bu unsurlara kabaca baktığımızda dahi Cem Yılmaz filmlerinde, sanat ve seyirci bağlamında ciddi bir uyuşumsuzluk olduğunu söyleyebilirim.