Ülkemizin uzunca bir süredir (fiilen) “Yarı İslam Cumhuriyeti” halini aldığını kimse reddetmiyor. Ekonomi vaziyeti için bile dini referanslar veriliyor. Ancak hayatın kendisi başka gerçekleri alabildiğine açıklıkla ortaya koyuyor: 

•Paranın dini imanı olmaz! 

Türkiye’nin 2000’li yıllarını “vatandaş olarak” yaşayanlar bu gerçeği bütün çıplaklığıyla görüyorlar. Yaygın medya aracılığıyla insanlara “Öbür Dünya”nın nimetlerini pazarlayanların tümü bu dünya nimetlerinin hepsini ceplerine indiriyorlar! 

Bir buçuk iki yıl önce 10 bin lira maaş üst düzey yönetici geliri sayılıyordu, şimdi asgari ücretin altında kaldı. Ülkeyi yönetenlere bu durum hatırlatılınca son derece “yaratıcı” bir yanıt veriyorlar: 

•Bayrak inmez ezan susmaz!.. 

Ülkenin içinde “ezanı susturalım” diyen kimse yok. Dışardan da “Türkiye’de ezan susturma operasyonu” tasarlayan pek kimse bulunmuyor. 

Ama iktidar ve medyası tam gaz bu “manevi kulvarda” paten yapıyor. Hepsinin de keyfi yerinde maşallah!..  Geçim sıkıntıları yok. Sadece seçim sıkıntıları var! 

Yazının başında “Yarı İslam Cumhuriyeti” haline geldiğimizden söz ettik. Buna uygun bir altyapı olduğundan da kuşku duyulmuyor. Geçenlerde Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş sosyal medya hesabından şu bilgiyi verdi: 

•25 yıldır Ankara’da halk sağlığı için hiçbir şey yapılmadı. Şimdi 13 ilçede 220 kilometrelik aspestli (kansorejen) içme suyu boruları yenileniyor. 

Ankaralı bir dindar kardeşimiz Mansur Yavaş’a son derece “içten” tepki gösterdi: 

•Abdesli boruları niye söküyorsunuz din düşmanları?!! 

Şimdi bu canlıya aspestin ne olduğunu anlatmak için önce kimya dersi vereceksiniz. Sonra aspestin, abdes ile bir alakası bulunmadığını izah edeceksiniz. En sonunda da “borular abdes alıp namaz kılmaz” diyeceksiniz ki, bu çok zor bir eğitim sürecine tekabül ediyor. Zahmetli bir iş! 

Ne uğraşacaksın? Daha kolay anlayabileceği dilden hızlı bir mesajla kendinize bağlayabilirsiniz: 

•Bayrak inmez, ezan susmaz! 

İnsanları bu mertebede tutabilmek için dini temelli her şey örgütlerine ihtiyaç var. İçinde din olacak, hiyerarşi olacak, güç merkezi olacak, ekonomik olanakları sınırsız olacak ve bolca para olacak!   

Tıpkı “Mahyacı Cemaati” gibi! Okulları var, vakfı var, hafta sonu çiftlikleri var. Lüks otomobilleri var. Devlet içinde yapılanmaları var. Belediye başkanları var. Hakimleri savcıları var. Efendileri için kendilerini feda edecek “kurbanlık” müritleri var. Elbette tacizler, tecavüzler ile utançlar ve utanmazlıkların harmanlandığı son derece gizlenmiş hayatları var. 

Mahyacılar Cemaatinin adını sanını hiç duymamış olanlar için söyleyeyim: Bu cemaatin yaratıcısı Atay Sözer! 

Cide Belediyesi Rıfat Ilgaz Roman Ödülü’nü alan “Dünyanın En Kötü Avukatı” adlı eserin yazarı. 

Kitaptan tadımlık bir bölümü de buraya alalım da ülkemizdeki  cemaat vaziyetinin en önemli özelliğinin edebiyata nasıl yansıdığını görelim: 

İçeri girdiğimde Hoca Hazretleri tek başınaydı, bu defa üzerine sarı uzun bir entari giymişti. Beni görünce gülümsedi. Gel bakalım Zehra kız dedi. Elini uzattı. Gidip elini öptüm başıma koydum. Alnımdan sonra bu defa dudağımdan öptü. Çok utandım. Yine kucağına oturttu. Seni buraya neden çağırıyorum biliyor musun; dedi. Ben hayır dedim… Sende bir ışık gördük. Senin beyin kıvrımların geniş… Allah’ın sevgili kulusun,  çok az kişinin bildiği sırlara vakıf olma vaktin geldi, hazır mısın, dedi. Çok korkuyordum. Hiçbir şey anlamadım. Burada olanları hiç kimseye anlatmayacaksın tamam mı dedi. Yemin et annenin üzerine dedi. Ettim. Sonra sürahideki kırmızı şeyi bir bardağa döktü. Okunmuş şerbetmiş içmem lazımmış. Ben de içtim. Birden uyku bastırdı, gözlerim ağırlaştı, uyumuşum.” 

Roman Zehra’nın intihar haberleriyle başlıyor, sonra hamile olduğu ortaya çıkıyor. Sonra da avukat Aykut Dere devreye giriyor. Örnek(!) cemaatin bütün mahareti ortalığa saçılıyor. Belki bu romanın bir de filmi yapılır: 

•Bir cemaat, bir cinayet ve bir avukat!