Ali Tatar 42 yaşında intihar etti. Bir çocuk babasıydı; evladını, eşini, sevdiklerini geride bırakıp gitti. Haysiyet sınavı verdiğimiz bu günlerde, aklıma düştü yeniden. Babasız büyüyen bir çocuk, eşini aklından silmeyen bir kadın var bu öyküde. ‘Saat’ sevdiğini kaybeden için durur, akmaz. Hele ki; onca yaşam sevinci olan bir adamın canına kıyması için çok güçlü bir sebep gerekir. Ki var…

Üçüncü sayfa öyküsü değil söz konusu olan; yoksul bir ailenin çocuğu çalışır, mücadele eder ve deniz kuvvetlerine girer. Onurlu bir mesleği yaptığını düşünür. Denizci olmak, belki imgenin gücünden kaynaklı, ayrı bir heyecan verir Ali’ye. Adı Ali; inancını adında yaşatmış ailesi, cenazesinin cemevinden kalktığını okuyunca, Alevi olduğunu öğreniyoruz. Bu ayrıntının ne denli önemli olduğu zamanla açığa çıkıyor…

Arkadaşları, komutanları arasında sevilen, güvenilen biri Ali… İşinde başarılı, üstelik aydın ve ilerici. Çevresine ışık veren türden… Gün geliyor, mesleğini namusu sayan, yeminini kutsal bilen Ali’ye bir iftira atılıyor. İddia büyük, pusu kurulmuş, belki moda biçimde söylemeliyim; ‘kumpas’ demeliyim! Ali’nin iki amirale suikast düzenlemek için hazırlık içinde olduğu söyleniyor. İddiayı ortaya atan savcı Süleyman Pehlivan. Bu isim öykünün kalanı için önemli…

Komutanları bile bu saçma iddiaya gülüp geçerken, Ali tutuklanıyor. Demek o kadar da gülünesi bir durum değil, diye düşünüyor herkes. Ya da medyada çıkan haberlerle öyle bir algı yaratılıyor ki, dile gelen iddialar öyle ballandıra ballandıra yazılıyor ki, insan kendinden bile kuşku duyar hale geliyor. Ali; komutanlarına tuzak kurup, öldürecek kişi olarak anılmayı yediremiyor kendine. Bereket, itiraz sonuç veriyor, tutuklanan Ali serbest kalıyor.

Savcı ısrar ediyor; toplum önünde savunma hakkı da olmadığı için Ali hakkında infaz başlıyor. Haberler yayınlanıyor, kaynağı belirsiz iddialar ortaya dökülüp, saçılıyor. Ali’ye, mensubu olduğu kurumu bile sahip çıkamıyor. Bir gün polisler çalıyor yine kapısını albayın. Ellerinde tutuklama emri, almak için geldikleri belli. ‘Bir dakika’ diyor Ali, odasına gidip, canına kıyıyor. Onurunu, haysiyetini kapısına gelenlere teslim etmiyor. Bana sorarsanız; büyük bir mesaj veriyor topluma… İçinde bulunduğumuz karanlığı canına kıyarak belgeliyor da, kıyamet kopmuyor…

Albay Tatar bildiğimiz öykülerden birini yaşadı aslında. Alevi olması, sosyalizme inanması, aydınlık gelecek peşinden gitmesiydi suçu. Fişlenmiş, kara listeye alınıp, zaman kollanmıştı onun için. Zaten öyle günler yaşanıyordu ki; tüm bir toplum korkmuş, sinmiş, felaketlere gözünü yummuştu. Bu konunun izini sürmek boynumuzun borcuydu aslında… Yapabildik mi emin değilim.

Ağabey Tatar konuk oldu programıma. Olanları, perde arkasını tüm ayrıntısıyla anlattı. Adım adım kardeşinin nasıl ölüme sürüklendiğini ortaya koydu. Anladım ki; intihar değildi söz konusu olan, cinayetti. O gün herkes susmuş, eşinin ardından haykıran Nilüfer Tatar’ı işitmemiş, görmezden gelmişti. Genç kadın, “Süleyman pehlivan adını hiç silmeyeceğim. Kocamın katili sensin rahat nefes alıyor musun?” diye haykırıyordu. Bir aydın subay ölüyor ve perde kapanıyordu.

Ali Tatar vicdanımı sızlattı hep. Kanayan bir vicdandır benimki. Eli kolu bağlı kalmanın acısı, sancısıdır. O günlerde bu filmi görüp; belki bir yerlerde ‘oh’ çekenler vardı. Hâlâ da olabilir. Oysa toplumun en derin yarası açılmıştı. Göz göre göre haysiyeti için canını veren onurlu bir insanı yok saydık hep birlikte…

Uygar, etik değerleri olan bir kimse; kendi başına gelmeden de felaketi, baskıyı, zalimliği görür, sezer. Üstelik bunu yaparken kin, nefret duygusu üretmez. Bu yazıyı yazdığım saatlerde, yine tutuklamalar vardı. Tüm gün sessiz kaldım. Soranlar oldu ‘niye?’ diye. Aklımda hep bu öykü döndü, dolaştı…

Ben kimsenin acısına sevinmem, ‘oh’ çekmem, intikam duygusu taşımam. Ama vicdanımı kanatanlar hâlâ hesap vermedi. Üstelik zalimler ortaktı, biliyorum. Herkes adaletten söz açıyor; ben de açayım, Ali Tatar dosyası ne oldu? Bir açıklaması vardır elbet…