El Greco’ya Mektuplar’ı okurken mitolojiden dinlere, Akdeniz’den Rusya’ya kadar çok geniş bir alanda dolaşıyoruz. Ama bu geniş alanı ruhumuza sığdırıp, arayışa dalıyoruz, mücadeleye dahil oluyoruz Kazancakis ile birlikte

Bir yer seç ve oraya gidelim

Fatih Sınar

El Greco’ya Mektuplar’da kavgalar, sevinçler, seyahatlerle dolu bir mücadeleye, hiçbir zaman ortadan kalkmayan sis perdesinin içerisinde bir arayışa tanık oluyoruz. Nikos Kazancakis’in, iç dünyasını açtığı bir otobiyografi diyebiliriz bu esere. Giritli yazar hayatını şekillendiren mücadelesini, kâğıda döktüğü şu kelimelerle özetliyor eserin sonlarına doğru: Ben kurtuluşun var olmadığına inanıyorum ve buna inanarak kurtuldum.

Nikos Kazancakis, birçoğumuzun aşina olduğu üzere Zorba romanıyla tanınıyor daha çok. Mihalis Kakoyannis tarafından beyazperdeye aktarıldıktan sonra geniş kitlelere ulaşan Zorba’nın, modern insana tuhaf ve cazip görünen düşünsel altyapısı bu eseri nispeten görünür kıldı. Zorba felsefesinin hakkını teslim etmekle birlikte Kazancakis’in tek eserinin Zorba olmadığını hatırlatmalı. Yazarın eserlerinden biri de, roman üslubunda otobiyografisini anlattığı El Greco’ya Mektuplar. Otobiyografi diyorum lakin somut meselelerden ziyade anılar silsilesi olarak kaleme aldığı ruhsal hesaplaşmalarını ve mücadelesini, iç dünyasını anlatan bir eser. Ve okuma süresince Kazancakis’in kendi deyimiyle istasyonlarına uğruyoruz: İsa, Buda, Lenin gibi kişilere, Assisi, Aynoros, Sina gibi beldelere. Kazancakis’in düşünceyle yoğrulmuş ıstırapla dolu bu yolculuğunu okudukça, antik zamanların kıymetli toprağı Yunanistan’da, modern zamanlarda yetişmiş en değerli düşünce adamlarından biri olduğunu bir kez daha anlıyoruz, bu kez tanık olarak. Yeri gelmişken not düşmeli, mücadelesinde kendisinin de bir parçası olduğu kadim Yunanistan toprağının değerini defalarca dile getiriyor yazar: Yunanistan’daki yolculuğum sık sık acılı oluyordu; çünkü o toprak bana daha yakın, daha benimdi; acısını iyi biliyor, onunla beraber acı çekiyordum.

Kaderim ulaşmak değil, kavga etmek
Nikos Kazancakis mücadelesini seyahatlerle veren bir yazar. Doğduğu şehir Kandiye’yi çok seviyor olsa da belli bir süreden sonra aynı yerde olmaktan daraldığını, şehrin kendisini zorladığını anlatır. Seyahat hakkında ‘Kentten kente koşuyordum; resimler, heykeller, kiliseler, saraylar; ne doymazlık, ne özlemdi o! Hiçbir kadın, hiçbir düşünce, öteki hayatta Tanrı’yla hiçbir temas, bu derece bedensel bir huzuru bana vermemiştir’ der pasajlarından birinde huzuru bir kenara bırakıp, bu seyahatlerinde beraberinde taşıdığı huzursuzluğuna perde araladığımızdaysa ki El Greco’ya Mektuplar’da huzursuz bir seyahatteyiz çoğunlukla, Tanrı’yla mücadelesini görüyoruz Kazancakis’in. Kaderinin ulaşmak değil, kavga etmek olduğuna inanıyor olsa da, Sina’da bir manastırda pedere bu mücadelenin bir hastalık olup olmadığını sormaktan alıkoyamaz kendisini. Pederin bu ağır ve net soruya cevabı ise mücadeleci ruhlara şevk niteliğinde olur: Bir rüya görmüştüm. 12 yaşındaki İsa, Tanrı’yla kavga ediyordu. Annesi Meryem yanıma getirdi çare bulmam için. Bir ay onunla ilgilendikten sonra İsa bütünüyle iyileşmiş oldu. Artık Tanrı’yla kavga etmiyordu. Bütün insanlar gibi insan olmuş, daha sonra iyi bir marangoz olmuş. Anladın mı? İsa iyileşmiş, dünyayı kurtarmamış, Nasıra’nın en iyi marangozu olmuş!

Çağdaş insanlarla ilişki hayatıma bir etki yapmadı
El Greco’ya Mektupları okurken birçok okurun gözünden kaçmayacak başka bir yönünü görüyoruz. Kazancakis’in; geçmişte yaşamış insanlarla kurduğu bağ. Çocukluğunda aziz hikâyeleriyle büyüdüğünden bahseder, onları çok anlamasa da ruhunun derinliklerine yerleştiğini söyler o hikâyelerin. Ve büyüdükçe, olgunlaştıkça İsa olur merkezindeki kişi, Buda olur, Nietzsche ya da Lenin olur bazı dönemler. Kazancakis de eserinin sonlarında geçmiş kişilerle bağ kurma arayışını açık ediyor şu cümleyle: Çağdaş insanlarla ilişki bana, hayatıma bir etki yapmadı. Kendilerini anlamadığım, küçümsediğim ve belki de sevilmeye değer birçok insanı tanımadığım için, fazla kimseyi sevemedim. Lakin bir istisna vardı elbette; hepimizin yakından tanıdığı madenci Aleksis Zorba.

Giritli yazar aslında çağdaşlarıyla arasındaki mesafeyi kitabına verdiği isimle haykırıyor en başta; El Greco’ya Mektuplar. ‘Dede’ olarak hitap ediyor ressam El Greco’ya. Aralarında asırlar olsa da aynı topraktan, aynı denizdendi ikisi de. El Greco da yollara düşmüştü, İspanya topraklarında yoğrulmuştu hayatı. Kastilya bozkırlarından göğe doğru fırlayan Toledo tablosuydu El Greco’nun mücadelesi. Kazancakis’in öz dedesi ise ilk anda basit ve sıradan görünse de huzuru sabitlikte bulmuş birisiydi ve vefatı öncesinde de şöyle ifade ediyordu o iç ferahlığını: Avluyu evlat ve torunlarla, küplerimi yağ ve balla, fıçılarımı şarapla doldurdum, şikâyetim yok.

Mücadelemizin istasyonları
El Greco’ya Mektuplar’ı okurken mitolojiden dinlere, Akdeniz’den Rusya’ya kadar çok geniş bir alanda dolaşıyoruz. Ama bu geniş alanı ruhumuza sığdırıp, arayışa dalıyoruz, mücadeleye dahil oluyoruz Kazancakis ile birlikte. Bazılarımız kısmen katılacaktır o mücadeleye, bazılarımız da külliyen belki ve nihayetinde kendi istasyonlarımızı göreceğiz hepimiz. Lakin Giritli yazar, mücadelesinde rastgele ama kadere bağlı seçimleri yok saymıyor. Çocukluk yıllarında şehir değiştirmeleri gereken bir döneme ait anısıyla anlatıyor bunu da okura: Babam Kaptan Mihalis duvarda asılı Yunanistan haritasını gösterdi ve seç bir yer, oraya yerleşelim dedi. Haritaya, adalara baktım tek tek. Mavi denizin içinde yemyeşildiler; parmağımı Santorini’den Milos’a, Sifnos’a, Mikonos’a, Paros’a dolaştırdım, Naksos’ta durdum. Naksos dedim. Biçimi ve adı hoşuma gidiyordu. ‘Peki’ diye karşılık verdi babam, ‘Naksos’a gidiyoruz.’