Farantouri “Ne yazık ki dünyanın zenginliğinin, çoğunluğun zararına dünya ekonomisini kontrol eden az sayıda ve dolayısıyla güçlü oligarkların elinde toplandığını görüyoruz. İnsanlar kendi güçlerini görmezden geliyorlar. Bu düzene karşı ise direniş ve toplumsal mücadele tek yol” diyor.

BirGün’e konuşan Maria Farantouri ve Zülfü Livaneli: Düzene karşı tek yol direniş ve toplumsal mücadele

Emre Yıldırım 

Geçtiğimiz hafta iki usta sanatçı Maria Farantouri ve Zülfü Livaneli, Atina’da Akropolis’in eteğinde uzun yıllar sonra unutulmaz bir konser verdiler. Konserde Livaneli ve iki yıl önce hayatını kaybeden Mikis Theodorakis şarkıları seslendirildi. Livaneli konserde yaptığı konuşmada: “Yeniden burada olmak bir ayrıcalık, ikinci kez bu sahnedeyim, ilkinde Mikis de buradaydı. İnanıyorum ki o, bu gece de burada ve bizi izliyor” dedi. 

Ben de bu konser öncesi çocukluk hayallerimden birini gerçekleştirmek üzere İstanbul’dan Atina’ya geldim. Konser günü Herodion Tiyatrosu’na yaklaştıkça provanın sesleri daha da belirginleşerek kulağıma çalınıyordu. Antik tiyatrodan içeriye girdiğimde iki efsane son hazırlıklarını yapmak üzere sahnedeydi. Bir taşın üzerine oturup uzun süre o anları bir tiyatro izler gibi soluksuz izledim. Ve sonrasında kuliste ustalarla birlikte kıymetli anlara tanıklık ettim. 

Artık müthiş konsere dakikalar kalmıştı. Akropolis’in eteğinde devleşmek üzere kulisten kol kola girerek ayrıldı 40 yıllık dostlar. Antik tiyatroda bekleyen binlerin coşkusu akıllara iki ustanın tarihe altın harflerle kazınmış iki konserini getirdi. Önce Livaneli, 1997 Ankara Hipodrom konserindekine benzer, hasret gideren “Merhaba”sı ile seslendi. Ardından Albaylar Cuntası’nı deviren şanlı Politeknik Direnişi sonrası 1974’te Atina’daki meşhur stadyum konserinde sergilediği o büyüleyici performansından hiçbir şey yitirmeyen Farantouri “Tou Mikrou Voria” diyerek selamladı gelenleri. Şef kürsüsünde bu kez Theodorakis yoktu ama kalabalığın içinde bir yerden gururla izlediğini hissedebilirdiniz. 

Bu harika konser sonrası iki usta ile söyleştik: 

Yıllar sonra yine bir Atina konserinde berabersiniz. Akropolis’in eteğinde Mikis Theodorakis ve Livaneli bestelerini seslendirmek nasıl bir duygu? 

Maria Farantouri: Beklediğim gibi muhteşem bir konserdi! Yıllar sonra Livaneli ve ben, Parthenon Tapınağı’nın yanındaki Antik Herodion Tiyatrosu’nda, Yunan ve Türk dinleyicilerin önünde sevdiğimiz şarkılar eşliğinde tekrar buluşma fırsatı yakaladık. Öyle ki Livaneli de ben de sanki Mikis Theodorakis yanımızdaymış gibi hissettik. Üçümüzün Türkiye ve Yunanistan’da birlikte verdiği o unutulmaz konserlerin üzerinden bir gün bile geçmemiş gibiydi. 

Zülfü Livaneli: Theodorakis 20. yüzyılın en önemli bestecilerinden birisiydi. Bütün dünyada tanınan bilinen, sevilen bir şahsiyetti. Onun eserlerini benim eserlerimle beraber seslendirmek büyük bir deneyim oldu. Atina’nın da benim için önemi ayrı. Çünkü Maria Farantouri’yle 1979 yılından beri beraber barış için, müzik için, dostluk için, kültür için çalışıyoruz. Onunla tekrar bir araya gelmek ve Atinalılarla buluşmak çok güzel oldu ve iyi yankılandı. 

Türkiye ve Yunanistan halkları son dönemde emperyalist güçlerin çıkar mücadeleleri sonucunda yoksulluk ve savaşın pençesinde büyük göç dramına şahitlik ediyor. Bununla beraber yükselen milliyetçi dalga ve bir arada yaşamı tehdit eden politik söylemler halklar arasındaki gerilimin önünü açıyor. Uzun yıllardır barışın sembol isimlerinden olan sizler yaşananları nasıl değerlendirirsiniz? 

Farantouri: Livaneli ile dostluğumuz ve işbirliğimiz her zaman halklarımız arasındaki dayanışmanın, demokrasinin ve barışın sembolü oldu. Müzik ve şarkılar bu amaca çok katkıda bulundu çünkü onlar bizim ortak dilimiz. Savaşların ve onları takip eden yoksulluğun sonucu olarak bir sığınmacı sorunu olduğu gerçek. Buna karşın sanatımızın rolü ise savaşları ve ırkçılığı kınamak, dünyanın her yerindeki insanların eşitliğini ve barış içinde bir arada yaşamasını vurgulamaktır. 

Livaneli: Göç büyük bir dram. Büyük acılar çekiliyor ve milyonlarca insanın kıtadan kıtaya göç etmesi, zorunluluk sonucunda hayatlarını kurtarmak için, doyabilmek için ya da iklim krizlerinden kaçabilmek için mecburen yer değiştirmeleri dünyayı da bir felakete sürüklüyor. Bunun sonucu olarak Batıda, Avrupa ülkelerinde ırkçılık artıyor. Ben buna geçenlerde Girit’te yaptığım bir uluslararası konferans konuşmasında “demokrasizm” dedim. Demokrasiler (artık ona ne kadar demokrasi denebilirse) ırkçı demokrasilere dönüşüyorlar. Avrupa’da birçok yerde bunun örneğini gördük. Bu olayın engellenebilmesi, durdurulabilmesi mümkün değil. İnsanlar can veriyor, denizler mezarlığa döndü. Eşitsizlikler, haksızlıklar, savaşlar sonucunda oluşan büyük dramlar var. Bunların önüne geçilebilmesi yine dünyada demokratik devrimlerle ve eşitlikle mümkün olabilir. Ama “nasıl olur” diyeceksiniz, ben de onu düşünüyorum. 

Yükselen milliyetçi dalgalar tabii ki komşu ülkeler arasında da gerilime yol açıyor. Türkiye ve Yunanistan ortak kültürlere sahip halklar. 500 yıla yakın bir süre birlikte yaşamış, âdetleri birbirine karışmış, yemekleri müzikleri iç içe geçmiş. Ama ne yazık ki son yılların dünya düzeni ülkelerimizin kaderini birbirinden ayırdı. Yunanistan’ı Avrupa Birliği’ne aldılar. Bizi de Ortadoğu’ya yönlendirdiler. Dolayısıyla sanki Ege Denizi genişliyor gibi aramızdaki mesafe maalesef açılıyor. 50 yıl önceki Yunanistan Türkiye’ye daha yakındı. Şu anda artık genç kuşaklar bu yakınlıkları unutuyorlar. Ama yine de Yunanistan’da çok duyarlı çevreler var. Tabii ki iki ülkede de faşistler var. Ama iki ülkede de demokrasiyi, barışı özleyen büyük kitleler var. Onların galip geleceğine inanıyorum ve ben Türkiye’yle Yunanistan arasında bir çatışma ihtimali görmüyorum. 

İki ülkenin de politik tarihi çok benzerlik göstermekte. Savaşlar, cunta dönemleri, sağcı iktidarlar ve ekonomik krizler… Tüm bunlara rağmen umudunu yitirmeden direnen iki halk… On yıllar geçmesine rağmen günümüzde de benzer tek politik atmosferin içerisinde yaşamak zorunda bırakılan emekçiler var. Dünden bugüne baktığınızda hâlâ umutlu olmak için bir neden arayan insanlara ne söylersiniz? 

Farantouri: Daha iyi yarınlar için mücadele sürekli bir süreçtir; umut ve iyimserlik de bize bu yolda her zaman eşlik ediyor. Özellikle genç nesiller bunu bilmeli çünkü artık bayrağı onlar devralıyor. Biz sanatçılar, sanatın hatta yalnızca bir şarkının dahi hayatlarımıza anlam kattığına, insanları birleştirdiğine, ilham verdiğine, daha iyi ve bilinçli vatandaşlar olmamıza yardımcı olduğuna inanıyoruz. Maalesef yarımkürede son yıllarda yeniden yükselen aşırı sağ, şiddet ve ırkçılık olgularının durdurulması gerekiyor. 

Livaneli: Evet iki ülkenin tarihinde benzerlikler var. Cuntalar gerilimler, işgaller, direniş mücadeleleri. Bunlar var. Fakat 50 yıldır demokrasi içinde yaşayan bir Yunanistan’dan söz ediyoruz. Yani albaylar cuntası devrildikten sonra artık demokratik düzenin iyi işlediği ülkelerden birisi olarak görüyoruz Yunanistan’ı. Maalesef bizde öyle değil. Bizde insan hakları ihlalleri, antidemokratik uygulamalar aldı başını gidiyor. Bu bakımdan da iki ülkenin benzerlikleri azalıyor diyebilirim. Demokrasi bakımından da. 

Hayatınız boyunca toplumsal muhalefetin hem bir parçası hem de sanatsal üretimlerinizle mücadelenin taşıyıcısı oldunuz. Bugünün dünyasında toplumsal barışın ve yoksulluğun karşısında adil bir bölüşüm düzeninin kurulması için halklara düşen görev nedir? 

Farantouri: Ne yazık ki dünyanın zenginliğinin, çoğunluğun zararına dünya ekonomisini kontrol eden az sayıda ve dolayısıyla güçlü oligarkların elinde toplandığını görüyoruz. İnsanlar kendi güçlerini görmezden geliyorlar. Bu düzene karşı ise direniş ve toplumsal mücadele tek yol. Ve bu değişim yolunda da sanat ve bilinçli sanatçılar her zaman gençlerin, vatandaşların, direnişlerin öncüsü ve yanındadır. 

Livaneli: Halklara düşen görev diye bir ifade kullanmanız çok ilginç. Çünkü halklar kendilerine ne görev düştüğünü bilemeyecek duruma getirildi. Geçim zorlukları, şiddet, demokratik hakların, gösteri haklarının kısıtlanması, tutuklamalar ve medyanın akıl karıştırıcı, gerçeği saklayıcı tutumları bu işi daha da zorlaştırıyor. Çünkü bildiğiniz gibi buna post-truth dönemi diyorlar. Yani bildiğimiz yalan düzeni. Bunun da adını kendileri koyuyorlar. Batı’dan dalga dalga gelen bir yalan düzeniyle halklar daha da yoksul hale getirilerek, daha da çaresiz hale getirilerek hem acı çekmeleri hem de birbirlerine düşmeleri amaçlanıyor. Bunun çok örneğini gördük. Demokrasi götüreceğiz adı altında en ileri silahlar, bombalar insanlar üzerinde uygulanıyor ve hepimizin gözleri önünde iç savaşlar çıkarılıyor. Ülkeler birbirine düşürülüyor ya da ülke içindeki dinsel ve milli gruplar birbirine düşürülüyor. Ve sonra onlara silah satılıyor. Oradan da göçmen olarak gelmek zorunda olan insanlara, hayır buraya gelemezsin deniyor. Kaynakların sömürülmesi insafsızca devam ediyor. Şu anda Afrika’da da örneklerini görüyoruz. Nijer’de başlayan bir direniş hareketi var ama nereye varacağını bilemiyoruz çünkü Batı bu kaynaklarını sömürmekte çok tecrübe kazanmış durumda ve bunu kaybetmemek için direniyorlar ama halklara da direnmekten başka bir yol yok tabii. Halklar da siyasi öncüler etrafında birleşerek direnmek durumunda. 

Sizlerin bestelediği şarkılar ve marşlar insanların dilinden düşmeyen eserler oldular. Üretimleriniz oldukça dokunaklı ve şiirsel bir zenginliğe sahip. Bir kıyas yapacak olursak eskiye göre artık hayatın içinden, insana dokunan şarkılar neden üretilemiyor? Bunun sanatsal ve toplumsal sebepleri nelerdir? 

Farantouri: Gerçek şu ki durum değişti, akıllı telefon teknolojisinin alışılmışın dışında kullanımı gençlerin içe kapanmasına ve kendilerini izole etmelerine yol açtı. Bir toplumun en büyük değerini oluşturan kolektif bilinç her geçen gün azalıyor. Eğer ki teknolojinin ilerlemesine eğitim, bilgi ve insan iletişimi gibi olumlu unsurlar eşlik ediyorsa bu büyük bir başarıdır. Ancak içinde bulunduğumuz durumda yaşadığımız sürece eşlik eden olumlu unsurlardan daha çok bir sömürü düzeni görüyoruz. Yanlış bilgi aşırı yüklenmeye neden oluyor ve yaratıcılığı bastırıyor. 

Yine de umutluyum. İyimserliğimi koruyorum. Gözlemlediğimiz pasifliğin yakında yaratıcılığa dönüşeceğine inanıyorum. Hiçbir şey uzun süre aynı kalmaz. 

Livaneli: Bizim kuşağımız ve bu parçaları ürettiğimiz dönem farklıydı. Yalnız biz değil Maria Farantouri, Theodorakis, o dönemin yaratıcı sanatçıları, üretici sanatçıları bunları kişisel kariyer için yapmadılar, yapmadık. Aklımıza bile gelmezdi böyle bir şey. Yani müzik yoluyla para kazanmak, sanat yoluyla para kazanmak, zengin olmak, şatafatlı arabalarla, korumalarla gezmek, bunlar hiçbir zaman aklımızın ucundan geçen şeyler değildi ve öyle de yaşamadık zaten. Hiçbir zaman öyle olmadık. Bizim yaptığımız müzik, kültür alanındaydı. Biliyorsunuz müziğin eğlence tarafı var, bir de sanat tarafı. Biz sanat tarafındaydık her zaman. Bunu çok karıştırıyorlar Türkiye’de. Müzik deyince, sanatçı deyince eğlence kültürüyle karıştırıyorlar. Biz hiçbir zaman eğlence tarafında olmadık işin. Hep kültür ve sanat tarafında olduk ve halktan yana siyasi bir duruş sergiledik. Dediğim gibi bu işi kazanca, şöhrete alet etmedik. Aklımızın ucundan bile geçmezdi, bizim kuşağımız öyleydi. Şimdi farklı bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar kendilerini farklı ifade ediyorlar. Kimseyi de eleştirmek istemiyorum ama farklılıkların altını çizmek istiyorum. Gerçekten biz farklıydık. 

Kim bilir belki yakın zamanda Farantouri ve Livaneli konserini bir İstanbul akşamında da canlı izleriz, ne dersiniz? 

Farantouri: Bunun gerçekleşmesini büyük bir heyecanla bekliyorum! 

Livaneli: Neden olmasın? Yıllar önce Efes Antik tiyatroda üç besteci olarak ben, Mikis Theodorakis, Manos Hacidakis ve Petros Pandis, Maria Farantouri’nin de aralarında olduğu solistlerle konserler vermiştik. Bunlar tekrarlanabilir tabii. 2024’te Efes’te bir konser yapmayı planlıyoruz. 2025 Theodorakis’in 100. doğum yıldönümü. O yılda da dünyada çeşitli etkinlikler yapılması düşünülüyor. Yani ayakta kaldıkça nefes almaya devam ettikçe böyle yaşayacağız ve böyle gideceğiz bu dünyadan…