Elimde bir kitap var. Adı ‘Ebu Graib Etkisi’, Versus Kitap’tan 2007’de yayınlanmış. Kitapta Ebu Graib işkence fotoğraflarının yayınlanmasından...

Elimde bir kitap var. Adı ‘Ebu Graib Etkisi’, Versus Kitap’tan 2007’de yayınlanmış. Kitapta Ebu Graib işkence fotoğraflarının yayınlanmasından hemen sonra Amerika’da bir anket yapıldığını yazıyor. İlk sonuçlarda Amerikalıların yüzde 54’ünün orada olanlardan ciddi rahatsızlık duyduğu sonucuna ulaşılmış. Oysa sadece bir yıl sonra bu oran yüzde 40 düşmüş. 2005 Aralık ayında AP/IPSOS tarafından yapılan bir ankette Amerikalıların yüzde 61’inin bazı durumlarda işkencenin gerekli olduğunu düşündükleri ortaya çıkmış. Ayrıca BM üst kurulunca 2006 Mayısında yayınlanan Guantanamo Körfezi’ndeki işkenceye dair rapor gazete, radyo ve televizyonlarda duyurulmasına karşın büyük bir yankı, protesto uyandırmadığını da öğreniyoruz kitaptan. Kitabın yazarı Stephen F. Eisenman önsözde şu soruları yöneltiyor: Bu kadar çok Amerikalı işkenceyi kanıksamış olabilir mi? Peki ya fotoğrafların kendilerinde ve medyaya yansıyan geçmiş işkence görüntülerinde öfkeyi körelten bir şey varsa? Ebu Graib fotoğraflarında sıkça rastlanan cinsel senaryolar işkence ve tacizin daha az korkunç görünmesine yol açıyorsa? Ya Ebu Graib’te bulunan Amerikalılar ve amatör fotoğrafçılar -kısmi ya da geçici de olsa- resimlerdeki rezillik ve zulmü görmezden gelmelerini sağlayan bir çeşit ahlaki körlük -hadi buna ‘Ebu Graib Etkisi’ diyelim- içindeyseler?…
Sorular devam ediyor.  Ancak kısa yazıma sığması olanaksız. Yazar bir de işkencecilerin homofobik ve son derece marazi bir cinsellik anlayışına sahip insanlar olduğunu işaret ediyor.
Bu kitap elimdeyken Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) 12 Eylül’ün yıldönümünde düzenlediği bir belgesel gösterimi izledim. 12 Eylül Cumartesi günü Petrol-İş Sendikası’nın Altunizade binasında Çayan Demirel’in çalışması ‘Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’ adını taşıyor. Otuz dört tutuklunun ölümüne, yüzlerce tutuklunun sakat  kalmasına neden olan Diyarbakır Tutukevi’ndeki hükümlülerle yapılan söyleşilerle aktarılanlar 1980-84 yılları arasını kapsıyor. Anlatılanları bu ülkede çok insan yaşadı. Okura, uygulanan vahşetleri aktarmayacağım. Çünkü biliyorum ki zaten onlar biliyorlar. Bilmeyenlere sözüm ağır olur. En iyisi duygularımı bastırıp en kibarından ‘tarihinizi iyi öğrenin, belleğinize sahip çıkın’ deyip geçeyim. Bir buçuk saat süren belgesel bittiğinde salonu kaplayan sessizliğin nedeninin içimizdeki feryat olduğunu herkes hissediyordu.
Stephen F. Eisenman kitabında işkenceciler için söylediklerini bu ülkedeki işkencecileri ayrı tutarak yazdığını sanmıyorum.
Çıktığımda yağmur yağıyordu ve şemsiyenin altında yürürken yağmurun bugün hangi yoksul mahalleyi felakete dönüştüreceğini ne gariptir ki biliyordum. Çünkü yağmurun nereye düşeceğini bize söylüyorlardı ve ben de o bölgedeki dere yataklarının durumunu yıllardır biliyordum. Benim bildiğimi yetkililer de biliyordu. Kent işkencecileri 31 canın ölümüne sebep oldular.
Biri belleğimde diğeri taze iki acı yüreğimi daraltmaya yetmişti. Otobüse binip Kadıköy’e yol aldım. Polis, Haydarpaşa’da yolu kapadığından Kadıköy Meydanı’na gidebilmek için otobüsten indim. Miting alanına gelene kadar aslında saçımdan başka her yerim ıslanmıştı. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin sorumlularının yargılanmasını isteyen yüzlerce kişi sağanak yağmura karşın Kadıköy’de ‘Gerçek ve Adalet’ isimli mitinge katılmıştı. Yağmur 12 Eylül’e öfkeyi dindirememişti. Darbecilerin yargılanması gerektiği haykırılıyordu.
Belgeselde izlediğim, cezaevinin insanlıktan nasibini almamış askeri savcısına (Yzb. Esat Oktay Yıldıran’a) bir tutuklu annesinin sözü aklıma geldi. Esat Oktay Yıldıran, içeride iki evladı için “Çocuklarının böyle olacağını bilseydin doğurur muydun” sorusuna tutuklu annesinin “Asıl senin anan böyle bir adam olacağını bilseydi seni doğurur muydu?” yanıtını hem darbecilere, işkencecilere hem de sel felaketinde ölümlere sebebiyet vermekle sorumlu yetkililere göndersem, o güzel ana bana kızar mı acaba?