Bir bahar günü gibiydi. Kışın ortasıydı. Birkaç adam kısa bir yokuşu çıkıyorduk bir mezarlıkta. Konuşuyorduk. Güldüğümüz de

Bir bahar günü gibiydi. Kışın ortasıydı. Birkaç adam kısa bir yokuşu çıkıyorduk bir mezarlıkta. Konuşuyorduk. Güldüğümüz de oluyordu. Bunca acıya, bunca kırgınlığa ve öfkeye rağmen gülüyor da olmamız, gülmemiz zaman zaman, bunca acıyı, bunca kırgınlığı, bunca öfkeyi bize bir kez daha, aynı anda, aynı anlarda hatırlatıyordu. ½öyle diyorduk sanki o mezarlık yolunda birbirimize: "Bizim de, bizlerin de hayatı bu işte. İyi ki bu." Metin'in o temiz, tertemiz, gurur vesilesi hayatının anısı bize hayatı, hayatlarımızı bir kez daha sevdiriyordu şimdi bu kısacık yokuşta, onun mezarına giden yolda. O sohbet, sonra zaman zaman gülüyor olmamız "hayat her şeye rağmen devam ediyor" diye değil, "hayat böyle devam ediyor, neyse ki böyle devam ediyor" diye bize huzur ve memnuniyet getiren bir şey oluyordu. Böyle yürüdük işte biz mezarına Metin Göktepe'nin geçen cuma. Bahar gibi bir kış gününde. Zihnimde yine o şarkı. Biermann'ın,  Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'in de yattığı Berlin'deki Hugenotten Mezarlığı'nda söylediği: "Bazı ölüler bize ne kadar yakındır / Ve bazı yaşayanlar bizim için ne kadar ölü." Evet, bu da bir dost ziyareti gibiydi işte. Bugün buraya, Metin'e geliyor oluşumuz. Ölümlerin acısı demlendikçe, öfkesi küllendikçe ama unutulmadıkça, biraz böyle oluyor. Unutmadıkça onu, iyi kötü, elimizden geldiğince onunkine benzer hayatlar sürdürdükçe sanki yeniden kavuşuluyor ölenle, düşenle, kaybedilenle. Belki de o yüzden bazı mezar ziyaretleri dost ziyareti gibi oluyor. Koru karmıyor, yüreğe su serpiyor. Fadime Ana'nın, Metin'in annesinin Fatih Polat'a sarılmasına bakıyorum. Oğlunun mesai arkadaşına. Oğluna kavuşuyor, oğluyla buluşuyor sanki bugün. Aşure yapmış. Eve çağırıyor herkesi. Mezarlığa gelenlerin sayısı artıyor. Kucaklaşmalar, el sıkışmalar, ayaküstü hasbihal... Hepsinde ve birbirimizde hayatlarımızın sağlamasını yapıyoruz. Hayatın geçiciliğinde, geçip gidiciliğinde ve ölüm gerçekliğinin bilinciyle hayat, hayatlarımız kıymet kazanıyor. Hayatla ne yaptığımıza, hayatlarımızla ne yaptığımıza bakıyoruz birbirimizde. Ve "iyi diyoruz", "böylesi iyi işte", mezarların ortasında. Sonra bayraklar açılıyor, pankartlar açılıyor. Gençler, yaşlılar tutuyor, taşıyor bunları. Ve bir manzara, bir estetik oluşuyor, bir nümayiş, bir protesto, bir sol estetiği mezarlığın ortasında. Ölüme karşı, ölüme rağmen, ölümün bilinciyle bir hayat estetiği. Ve bir kez daha görüyoruz ki meydanlara da, mezarlıklara da dair bu estetik. Hayat bütünleniyor böylelikle. O bayraklar, o pankartlarla bir mezarlığın orta yerinde. Elimizdeki karanfilleri Metin'in mezarına bırakıyoruz ve konuşmalar başlıyor. Bazı sloganlar, bazı kavramlar kimilerimizi gençlik yıllarına götürüyor. Ne kadar uzun sürdü, değil mi? Daha da sürecek. Bunun bilinciyle diyor ki yaşlılarımız: "O zaman da ne kadar haklıydık, bugün de ne kadar haklıyız." Bugün Türkiye'de söylediklerini yeni şeylermiş gibi, onları da temellendirmeden, bizim temelimizden yoksun olarak, ilk kez kendileri gündeme getimiş gibi söyleyenlere bizler şimdi bu slogan ve kavramların hayatlarımızdaki kıdemine bakarak, yani bu uzun anlatımıza bakarak içimizden gülüyoruz. İyi ki bu sloganları, bu kavramları bugün burada da duyuyoruz işte. Ve bir mezarlığın ortasında siyasi düşüncemizin ve söylemimizin aktüalitesi bir kez daha ortaya çıkıyor. Metin'in anısında bir zulüm tarihine bakarken bugün. Evet, "bazı ölüler bize ne kadar yakındır ve bazı yaşayanlar bizim için ne kadar ölü." Ve işte sekiz gün sonra yine bir yakınımızla buluşacağız, yine bir dost buluşmasında olacağız. Hrant'ımız için toplanacağız. Ve yine diyeceğiz ki, "Bizim de, bizlerin de hayatı bu işte. İyi ki de bu." "Böyle bir anlatı."