Bir büyük deprem acısı daha yaşadığımız günlerde olanlar, yani o fay kırığıyla yeryüzüne çıkan nefret, artık...

Bir büyük deprem acısı daha yaşadığımız günlerde olanlar, yani o fay kırığıyla yeryüzüne çıkan nefret, artık gizlenmekten bile vazgeçen ırkçılık, kendini çırılçıplak göstermiş vicdansızlık bana yine o çok sembolik örneği hatırlattı. Köşe Vuruşu’nda Cemal Süreya’nın 99 Yüz kitabından alıntıyla, daha önce de kullandığım bir örnekten söz ediyorum. Hâlen Posta gazetesinde yazan Rauf Tamer, yıllar önce büyük bir deprem sonrası Doğu Anadolu’daki illere Batı’dan yapılan kan bağışları için “Dikkat etsinler ha, gönderdiğimiz kan asil kandır!” yazmıştı hiç eli titremeden. Bugün Rauf Tamer bile belki konjonktür gereği o günkünden çok farklı bir yerde, ama yaşananlara bakılırsa çok geç artık bunun için.

Müge Anlı isimli bir televizyon karakterinin söylediklerini duymuşsunuzdur. “Polise, askere taş atıyorlar, şimdi de onlardan yardım istiyorlar” deyiverdi bir çırpıda. Aklı sıra çok doğru bir şey yakaladığını düşünüyordu. Hiç kuşkusuz yalnız değildi, onun gibi düşünen yüz binler, belki de milyonlar vardı. Nitekim, sosyal medyada rastladık pek çoğuna. Peki bugün mü doğmuşlardı, onların içindeki vicdansızlıği, bu sıradan faşizmi yıllarca kimler beslemişti? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda yakın geçmişten, yani 2000’li yıllardan örneklerle bu kötülüğün yaratılmasında medyanın rolünden bahsedeceğim. 90’lara ve 80’lere girersek değil bir yazı, bir kitap yazmak gerekir çünkü.

SORUNU “KÜRTLÜK” OLARAK GÖRMEK
2007 yılında Mardin’in Bilge köyünde yaşanan töre katliamından sonra Hürriyet gazetesinden Hadi Uluengin, töre sorununu sosyal bir sorun olmaktan çıkarıp Kürtlerin etnik kökenlerine bağlar. Sanki devlet yıllarca aşiretlerle işbirliği yapıp töreye hiç göz yummamış gibi Kürtlüğü suçlu ilan eder. Bütün Kürtler öyle yaratılmış gibi Kürtlerin kendilerine çeki düzen vermesini bile ister. Töre cinayetlerinden dolayı bir etnik kimliği yargılayıp infaz etmiştir bile. Uluengin’e göre sosyo-kültürel şartlar hiç önemli değildir, önemli olan etnik kimliktir. Uluengin’in bu yazısına Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök de destek verir. Zaten aynı Özkök, vaktiyle Kürtçe şarkı söylemek istediği için lince uğrayan Ahmet Kaya’ya “Vay Şerefsiz” başlığını da uygun gören kişidir.

BÖLGEYİ YEKPARE DÜŞÜNMEK
Çok değil, geçtiğimiz yılın başında Posta gazetesi yazarı Candaş Tolga Işık, aylarca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu köy köy gezdiğini söyledikten sonra izlenimlerini aktarır. Işık’a göre bölgede bir de “çanak anten terörü” vardır. Çanak antenleriyle porno yayın yapan bölge insanı, kendi torununa, kızına tecavüze yeltenmektedir. Işık’a göre “çoğunluk” böyledir. Işık’ın tüm bölgeyi bir çırpıda genelleyen yazısı, neyse ki büyük tepki görür. Işık önce özür diler, sonra yazılarına birkaç ay ara verir. Geride, aslında batıdan doğuya nasıl kolay, ezberci ve genelleyici bir bakış olduğunu gösteren bir örnek bırakmıştır.

HER FIRSATTA AŞAĞILAMAK
Büyük basınımızın Kürtleri her fırsatta aşağılamaktan imtina etmediğinin de pek çok  örneği vardır. Mesela; 2003 yılında Star gazetesinde Kerkük Valisi’ni konu alan bir haberin başlığı “Kerkürt valisi” diye atılır. Zira “ker”, Kürtçe eşek demektir. Aynı espri sonraları Tercüman gazetesinde Sadık Pala imzasıyla karikatür olarak da çıkar. Basınımızda topluca bir ırkı aşağılamak işte bu kadar kolay ve olağandır.

TEK BAŞINA KÜRTÇE ŞARKI SÖYLEMEK SUÇ!
Geçtiğimiz aylarda şarkıcı Aynur, bir konserde Kürtçe şarkı söylediği için yuhalanmıştı hatırlayacaksınız. Neyse ki,medyada buna kayıtsız, şartsız tepki gösteren pek çok yazar vardı. Ancak sanki tek başına Kürtçe şarkı söylemek suçmuş gibi, mahcup mahcup “keşke birkaç tane de Türkçe söyleseydi” diyen yazarlar da  vardı. İlk bakışta masum görünen bu istek, aslında Kürtlüğe bir suç gibi bakmanın tehlikeli bir örneğiydi. “Kürtçe şarkı söyleme suçu”nu hafifletmek için yanına Türkçe de gelsin isteniyor illa.

GEÇEN HAFTAYA BAKALIM
Bu ülkede hani Müge Anlı’nın “polise, askere taş atıyorlar” diye andığı bölgede, 80’lerden bu yana gencecik çocukları yakan bir ateş yanıyor. Her iki taraftan da bu ateşi harlayanlar var. Artık buna bir son verilmesi için “barış” isteyenleri düşman olarak görenler de öyle. Geçtiğimiz hafta 24 askerin hayatını kaybettiği saldırıdan sonra çıkan gazete başlıklarına bir bakın; “İntikamımız büyük olacak”tan tutun, “Şeytanlar kudurdu”ya kadar neredeyse hepsi savaşın diliyle yazılmış. Öyle ki, medya hayali sınır ötesi başlatınca, TSK bile “büyük bölümü yurt içinde” diye düzeltme gereği duymuş. Yani BirGün’ü ve ana akım medyanın dışında birkaç örneği saymazsak kimse barış” diyememiş. “Ne taraftan oldukları önemli değil, artık insan ölmesin” demek bile zor gelmiş. Bu nefret işte böyle böyle körüklenmiş,

SORUMLUSU KİM?
Bu “nefret söylemi” Van depreminden sonra çıkmış bir şey değil özetle. Baksanıza girişte verdiğim 88’de yazılan Cemal Süreya yazısına bile konu olabiliyor. 90’larda devletin kanalı TRT’nin yaptığı yayınların ve o zamanlar da iktidarların ağzına bakan gazetelerin de büyük payı var bunda. O kötülük çiçekleri büyüyüp serpilirken işte bu yazılar ve o yayınlar su oldu oksijen oldu, o yüreklerin kulakları sağırlaşırken fonda işte bu çığırtkanlıklar vardı. Yani o nefret dolu insanlar, el birliğiyle yaratıldı.