Pek çok kritik mesele; kürtaj, Ayasofya, “zina”, cinsel yönelimler, İstanbul Sözleşmesi, namaz saatleri, resmî tatiller, karma eğitim vb. gündeme geldikçe muhafazakâr hassasiyetler kaşınıyor ve ötekiler dinsiz, ahlaksız, dış mihrak vb. olarak kodlanıyordu. Tarikat ve cemaatler ekonomik olarak ne istedilerse alıyor, meczup talepleri gündemi meşgul ediyordu. Aslında tüm ülke, bir dinin bir mezhebinin kurallarını tartışıyordu.

Bugünlere nasıl geldik?
Fotoğraf: DepoPhotos

Dinci gericilik ya da karşıdevrim dediğimiz sürecin bugüne benzer tartışmalarla, aslında İnönü döneminden beri var olduğunu biliyoruz. Hatta Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İsmet Paşa’yı, feodal bölgelere kendisini sevdirmek için dinin siyasete bulaşmasına ses çıkarmamakla suçlar. Merak etmeyin oralara kadar gitmeyeceğim. Zira bu sürecin 1950 yılından itibaren Soğuk Savaş konsepti içinde Ortadoğu’daki “bağımsız ekonomi, laik ve modern toplum” inşasına karşı ABD eliyle “bağımlı-piyasacı ekonomi ve Amerikancı dinci yönetimler” tercihinin bir sonucu olduğunu defalarca anlattık. Uluslardaki ekonomik-askerî bağımsızlık taleplerinin anti-Amerikancılığa ve sosyalizme yönelen (tüm dünyada benzer şekilde) gidişatını engellemek için, o ülkelerde iç savaş yöntemlerinin geliştirildiği, Ortadoğu’da ise ittifak olarak dinci grupların seçildiği bir gerçek. Türkiye’de de Kanlı Pazarlarla, Maraş-Çorum katliamlarıyla, askerî darbelerle örülen bu süreci yaşadık.  

Ancak dinci gericiliğin kurumsallaştığı, devlet eliyle topluma yedirildiği, İslamcı radikalliğin en berrak yaşandığı dönem ise AKP dönemidir. Her şey bu kadar açık iken neden ciddi bir karşı koyuş yaşanmadı peki? Bir tarikat-cemaat koalisyonu olan AKP’nin iktidara geldikten sonra “BOP Eşbaşkanıyım” iddiası ile sürdürdüğü politikalara, bir kısım muhalefet tarafından neden demokratikleşme adı altında suskun hatta destekler bir tavır sergilendi? 

Buradaki temel sorunun paradigma-algı meselesi olduğunu düşünmeliyiz. “Devletin sahibi” olarak kodlanan cumhuriyetçi elitler-memurlar-askerler-yasa koyucular ve onun dışında kalan kesimler gibi bir bakış sınıfsallıktan kopuk bir paradigma yarattı. Devletin sahibi denen kesimin aslında Atatürk döneminde bile; devrimlere karşı çıkmasına rağmen devrimci görünen, toprak ağalarıyla ilişkili, sermayesini büyüten, karşıdevrime koşmak için hazır bekleyen gruplar olduğu görülmedi. Devletin sahibi denenlerin 100 yılın neredeyse 80 yılında karşıdevrimcilerden oluştuğu düşünülmedi. AKP’nin yasaları eğip bükerek, sözde demokratikleşme/özgürlükçülük adımlarını gerçekleştirdiği şeyin, kendisine karşı olan yasaların takiye yöntemiyle aşındırılması olduğu görülmedi. “Baskıcı yasalar değişiyor” diye coşulan dönemde, baskının esasen kime uygulandığı unutuldu.  

Baskıcı yasalar bu ülkede sola karşı belirlenmiş, kırmızı çizgiler solun taleplerine yönelik çizilmiştir. Siyasi İslamcıların bu konuda yaşadığı sıkışmalar, cumhuriyetin kazanımlarının son yasal düzenlemeleriyle sınırlı olup, daha çok diğer kırmızı çizgilere değip değmediğiyle ölçülür. Yani solcular da ister mi, Kürtler de ister mi, Aleviler de talep eder mi korkusu, işin nirengisidir.  

2002 yılında iktidara gelen İslamcı kökenli partiye, “güvenelim mi güvenmeyelim mi?” çelişkisindeki liberaller bu haldeyken, modern kesimlerde ise “şeriat ha geldi ha gelecek” ya da “gelmez” noktasında bir “meleklerin cinsiyeti tartışması” yürüdü. Oysa karşıdevrim çok önce başlamış, AKP döneminde ise bunun yasal düzenlemeleri topluma yavaş yavaş yedirilmekteydi. Ordunun kimi çıkışlarının, şeriatçıların sivri yönlerini törpüleyeceği beklentisi ise NATO ordusunun yönelimini görmeyen, 12 Eylül’de berraklaşmış tarikat-cemaat ilişkilerini hissetmeyen, ABD’nin destek verdiği bir iktidara karşı çıkamayacak olduğunu anlamayan bir körlüktü.  

Nitekim AKP-FETÖ eliyle uygulanan ABD destekli kimi operasyonlarla, sivri uçlar törpülendi, 2010 referandumuyla yargı sistemi ele geçirildi. Paketin içine atılan kimi zokalar (12 Eylülcüler yargılanacak, bir daha darbe olmayacak, ölen devrimciler için Erdoğan tarafından dökülen gözyaşları), iktidar trenine binmek için istasyonda bekleyenlere iyi birer bahaneydi. “Ya, bu işin içinde başka iş var, İslamcı rejim inşa edilecek” diyenler ise ânında darbeci ilan edildi. “Önceki daha mı iyiydi” gibi “kuş da kanatlı sinek de kanatlı, demek sinek bir kuştur” mantığında argümanlar üretildi. Bu argümanlar TRT’de, büyük kanallarda, sözde eski solcular tarafından dile getirildi. 12 Eylül’de yıllarca işkence görüp idamla yargılananlara bile, TV kanallarında darbeci denildi.  

AKP bu sistem inşasını aynı zamanda toplum içerisinde rıza üreterek yaptı. Bankacılık krizi sonrası sıcak para girişiyle ralli yapan ekonomiyi, yardımlarla birleştirip, “muhafazakârlar iyi yönetiyor” algısını oturttu. Aynı dönemde kamuda içki yasakları, tarikatlara, cinci hocalara yönelik yasal yaptırımların fiilen son bulması, “alnı secdeye değen memur iyidir” söylemiyle kadrolaşma, toplumda zımni onay gördü. “Ya ne oluyoruz” diyenler de radikal cumhuriyetçi, taş kafa, beton kafa muamelesi gördü. Sık kullanılan “laikçi teyze” söylemi, bu duyarlılıkla dalga geçilmesinin ve arkasında arkaik, saplantılı bir düşünce olduğunun kanıksanmasının önünü açtı. “Çark dönüyordu,” kimse çomak sokmamalıydı. O günlerde sermaye için işler iyi gidiyordu, orta sınıf kredilerle coşuyor ve geleceğe dair umutlanıyor, istikrar söylemi ise gözleri boyuyordu. İslamcı söylemin Arap Baharı ile birleşip “zengin ve büyük ülke” (Neo-Osmanlı) hayalini kışkırtması aynı döneme rastlar. Bu Osmanlı öncekinden bir nebze daha demokratik olabilirdi! Nasıl mı? “Müslüman tebaa” Kürtlerle de “devletin istediği kadar” barışarak…  

Evet, o günlerde başörtü yasaklarının kalkması ile özgürlükçü bir hava yaratılıyor, AB’ye giriş ve çözüm süreci müjdeleriyle liberaller coşturuluyordu. Ama aynı dönemde tarikat-cemaat yapılanmalarına dair her türlü eleştiri ve müdahale kumpas davaları ile sonuçlanıyordu. Bir yandan “özgürlükçü” hava eserken diğer yanda da basına yönelik sansür, içki yasakları, Atatürk’e hakaret gibi radikal hamleler sürdü. Bir yanda askerî vesayet bitiyor alkışları, öte yanda “şeriat bugün mü gelecek, yarın mı” söylemleri. Oysa “şeriat” diye kastedilen şey, memlekette elini kolunu sallayarak geziyordu zaten. 

2008 yılında, şeriat denen şeyin bir anda gelmeyeceğine dair Melih Pekdemir BirGün gazetesinde şöyle yazıyordu: “Toplumda son haftalarda tırmanan gerilim artık şu soruyu sorduruyor: Hakikaten şeriat gelecek mi? ‘Şeriat’ denilen şey, her neyse, ‘Selamünaleyküm ben geldim’ diyerek gelmeyecek, burası belli. …Laiklik tanımını değiştirmeleri yanı sıra, eğitim, adalet, sağlık hizmetleri vb. toplumsal hayatın en önemli unsurlarını İslami esaslara göre düzenleyince, zaten ‘şeriatı getirdik’ demelerine de gerek yok ki… Ya da şeriatın ‘gelmesine’ de gerek yok ki… Bu düzenlemelerin gelmesi zaten yeterli…”  

Evet, adım adım, alıştıra alıştıra topluma nüfuz eden bu dinî uygulamalar, 2012 yılında başarılardan başı dönmüş Erdoğan iktidarının gaza basmasıyla tepki çekmeye başladı. Her şeyin hâkimi olduğunu düşündüğü anda; açık havada içki yasakları, Taksim’e Topçu Kışlası, Alevi yurttaşların itirazlarına rağmen Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Atatürk ve İnönü için iki ayyaş söylemi sürdükçe bir sosyal patlamanın da fitilini ateşledi. 2013 yılında bu gidişata tepki gösterenler, Gezi direnişinde buluştu. Direniş, aynı zamanda sinsice yürüyen iktidar içindeki AKP-FETÖ ortaklığını da çatlattı.  

2013 sonrası Erdoğan’ın toplumun geniş kesimlerine bir daha ulaşamayacağı, dayanması gereken bir sosyoloji olduğu idraki, onu hem devleti yeniden organize etmeye hem de toplumu kamplaştırmaya itti. Masada kimi çelişkilerle bulunan HDP’nin başkanlık olarak kodlanan bu yeni sürece açıktan destek olmaması, Suriye’deki ittifak gerilimleri, çözüm sürecini bitirdi. “Demokratikleşiyorduk, böyle olmasa mı” diyen liberaller hemen trenden şutlandı. “Yanlış yaptık” demek yerine “ama darbelerle hesaplaştık, darbe işi bitti fena mı oldu” diyen bu kesim, ikinci şoku da 15 Temmuz’da yaşadı.  

Erdoğan, devleti tamamen Saray’a bağlı bir şekilde yeniden inşa ederken, dinselleşmeyi bir kesimin tepkisini göze alarak sürdürdü. Çünkü ekonomide deniz bitiyordu ve kendisine fanatikçe bağlı bir sosyoloji olmadan iktidarda kalması olanaksız görünüyordu. Bu sosyolojinin taleplerini 2 ayda bir gündeme getirerek toplumda tartışma yaratıyor, sonrasında da “ben sizin liderinizim” mesajı veriyordu. Pek çok kritik mesele; kürtaj, Ayasofya, “zina”, cinsel yönelimler, İstanbul Sözleşmesi, namaz saatleri, resmî tatiller, karma eğitim vb. gündeme geldikçe muhafazakâr hassasiyetler kaşınıyor ve ötekiler dinsiz, ahlaksız, dış mihrak vb. olarak kodlanıyordu. Tarikat ve cemaatler ekonomik olarak ne istedilerse alıyor, meczup talepleri gündemi meşgul ediyordu. Aslında tüm ülke bir dinin, bir mezhebinin kurallarını tartışıyordu.  

Melih Pekdemir’in dediği gibi şeriat selamünaleyküm diye gelmedi. “Günaydın” diye zaten gelmezdi! Sanırım “Essalamü Aleyna ve âlâ ibadillahissalihin” diye de gelmedi çünkü Ali Erbaş, bu iddiayı yalanladı en azından. Nasıl mı geldi? Dinî kurallar adım adım, içimize kadar işledi. Böylece modern bir ülke olmak için toplumun yeni bir devrime ve devrimcilere ihtiyacı belirdi.