Cumhuriyetimizin gücü
Fotoğraf: DepoPhotos

Zülfü Livaneli

Cumhuriyetimizin hep bir demokratikleşme sorunu oldu. Kuruluş aşamasındaki savaş ve devrim koşullarında zaten beklenemezdi, ama sonraki on yıllar boyunca bu konuda yeterli gelişme sağlanamadı. (Bu sözüme çoğu okur katılacaktır.) Cumhuriyetimiz, her zamankinden daha antidemokratik bir hükümetle ve her zamankinden yozlaşmış bir kültürel atmosferle giriyor yüz yaşına. (Bu sözlerimi çoğu okur abartılı bulabilir.) Yine de kutluyoruz. Hem de coşkuyla, umutla, her zamankinden büyük bir kararlılıkla. (Bu sözlerim çelişkili gibi görünebilir.)

Bunlar, kökleri yüz yıldan da öncesine dayanan tartışmalar. Bu kısa gazete yazısında, birkaç ara başlıkla, ilk paragraftaki sözlerimi birazcık açmaya çalışacağım.

İKİNCİ KEZ, “100 YAŞINDA” KUTLAMASI

1981’de, “Atatürk 100 Yaşında” etkinlikleri düzenleniyor, çeşitli kutlamalar yapılıyordu. O zamanlar çok etkili olan tek kanallı televizyon programları, radyolar, devletin bütün idari ve kültürel gücü sefer ediliyordu. Ama bir türlü umulan karşılık bulunamıyor, halkın heyecanlı katılımı sağlanamıyordu.

Ülke, 12 Eylül Darbecilerinin yönetimindeydi. Yüz yıllık Cumhuriyet tarihi içinde, Atatürk’ü en çok anan, ama onun anısına aykırı, düşüncelerine ters biçimde hareket eden bir ihanet çetesiydi onlar. Halka düşmandılar ve bu gerçeği Atatürk heykellerinin arkasına saklamaları mümkün olmuyordu.

Mustafa Kemal, askerin siyasete karışmasına karşıydı. Kurtuluş Savaşı’na hazırlık aşamasında örgütlenme sürecini bile Osmanlı Ordusu’ndan istifa ederek, sivil bir halk lideri olarak yürütmüştü. Öğrenciliğinden beri savunduğu bu görüşü, onu İttihat ve Terakki’nin liderlerinden ayıran en önemli yönlerinden biriydi.

Cumhuriyet yılları boyunca onun adına hareket eden birçok asker ve devlet yöneticisi, Atatürk’ü hiç anlamadı. Bazen cehaletlerine, bazen de iktidar tutkularına ve kötü niyetlerine kalkan olarak halkın Atatürk sevgisini kullandılar.

TEPEDEN İNMECİLİK İTHAMI

Cumhuriyet’in temel amaçlarından biri, dinsel söylem kullanarak insanların cahil ve bağımlı kalmasını sağlayan aşiret, tarikat ve toprak ağalarının etkisini kırmaktı. Kulluktan yurttaşlığa geçen kitlelerle, özgür ve çağdaş bireylerden oluşan bir toplum hedefleniyordu. Bunun için yurttaşların hem ekonomik olarak bağımsız hale gelmeleri hem de bilimsel laik eğitimle yetişmeleri isteniyordu.

Atatürk’ün ölümünden sonraya sarkan toprak reformu gibi, köy enstitüleri gibi politikalar, ne yazık ki başarıya ulaşamadı. Üstelik buna, cumhuriyet kurucuları ve yöneticileri arasında yer alan toprak ağaları ve yandaşları engel oldu. Kimi CHP’nin tek parti yönetimi sırasında kimi de oradan ayrılıp kurulan Demokrat Parti ve devamındaki hareketlerle…

Bu karşıdevrimci politikacıların çoğu, refah içinde ve çağdaş bir hayat yaşıyordu. Gerici politikaları nasıl meşrulaştırabilirdi? Halkın üzerindeki dinci baskıları politik özgürlük gibi, gerici talepleri halkın tercihi gibi göstererek… 1950’lerden beri ortaya çıkmış olan, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki uygulamalara “tepeden inmeci” deme modası buradan kaynaklandı.

DEMOKRASİ, YÖNETİCİYİ SEÇMEKTEN İBARET DEĞİL

Cumhuriyet’in ilk yüz yılının çoğunda, cumhuriyet ve demokrasi karşıtı politikacılar hükümetteydi. Kitleleri kontrolü altında tutan toprak ağaları ve tarikatlarla ittifak halinde oldukları için, siyaseti hep dinsel söylemle yürüttüler. İttifak yaptıkları dinci güçlere, onlardan aldıkları desteğin çok ötesinde tavizler verdiler.

Medya, aşiret kültürü, eğitim sistemi ve ellerindeki her türlü olanakla, iktidarda kalmaya yetecek oy oranlarına ulaştılar. Bunun doğal sonucu olarak, bir sandık fetişizmi gelişti memlekette. En fazla oyu almak her türlü düşünceyi, değeri, tutumu meşrulaştırır gibi kanaatler yaratıldı. O kadar ki, 29 Kasım 1955’te, Demokrat Parti grup toplantısında, Başbakan Adnan Menderes kürsüye çıkıp, TBMM’de çoğunluğu oluşturan kendi milletvekillerine “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” demişti.

Memlekette 2020’lerin siyaset dünyasında hâlâ yaygın biçimde onaylanan bu anlayışa göre, demokrasi için gerek şart olan seçimler, yeter şart kabul ediliyor. Seçimlerin demokratik bir sistemin işleyişindeki rolü çarpıtılıp en çok oyu alanın padişahlık yetkisini hak ettiğini düşünüyorlar. İnsan haklarını ve kişisel tercihleri, çoğunluğun kararlarına aykırı olduğu durumda geçersiz sayıyorlar. Hükümetin denetlenmesi taleplerini ve eleştirilmesini, sadece iktidara değil, toplumsal iradeye karşı çıkmak gibi yansıtıyorlar.

ÇOĞUNLUK DİKTATÖRLÜĞÜ

Babadan oğula geçmesini önleyip yöneticiyi seçimle belirlemek, demokratik bir cumhuriyet rejimi kurmak için yeterli olamazdı. Demokrasi, ancak ve ancak özerk kurumlarla işleyebilirdi. Başta hukuk olmak üzere, emniyet, odalar, üniversiteler hükümetten bağımsız biçimde varlıklarını sürdürmeliydi. Karşıt düşünceler dile getirilebilmeli, hükümet denetlenebilmeli, hataları için hesap sorulabilmeliydi. Örneğin “Yol yaptım” diyen bir hükümete, “Kişisel kaynaklarınla yapmadın, hangi ihaleyi, hangi şirkete vererek, ülke kaynaklarını nasıl kullanarak yaptın?” diye sorulabilmeliydi. 2020’lerde hâlâ “halk iradesi” kavramını çarpıtarak çoğunluk diktatörlüğünü şirinleştiren bazı politikacıların ve yazarların yaklaşımının tersi bir anlayışa karşılık geliyordu demokrasi.

Mustafa Kemal’in sofrasında konuşulan türde bir demokrasi anlayışını yaygınlaştırmak gerekiyordu. Cumhuriyetçiliğe ve laikliğe karşı asla tavır almayacak, ama başta ekonomik sistem, yerel ve genel her türlü işleyişte farklı görüşleri savunacak, her türlü eleştiriyi dile getirecek, gerekirse CHF’ye karşı kararlı biçimde mücadele edecek bir muhalefet partisi kurulmasını istiyordu, Gazi Kemal.

TEPEDEN İNMECİ İKTİDAR

Uğruna büyük bedeller ödediğimiz, canlarımızı kaybettiğimiz, yıllarımızı harcadığımız değerlere uygun bir toplumsal yapı kuramadık henüz. Emek değerlerini savunamadık, geliştiremedik. Geleneklerimizden ve kendi topraklarımızdan beslenen çağdaş bir kültürü yeterince yaygınlaştıramadık.

Yine de, karşı açıdan bakınca, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet değerlerinin benimsenmiş olduğu, bu değerlerin bir toplumsal nitelik haline geldiği, AKP iktidarı boyunca birçok kez kanıtlandı.

Çünkü başta laiklik ve çağdaşlık, Cumhuriyet değerlerinin hiçbiri, devletin desteklediği, toplumu yönlendirdiği değerler değil. Aksine, demokrasiyi “hedefe varana kadar kullanılacak tramvay” diye gören, “Bir kişi ya laiktir ya Müslüman, insan hem dindar hem laik olamaz.” diye düşünen insanların iktidarda bulunduğu uzun yıllar yaşandı Türkiye’de. Yaşanıyor. Üstelik Milli Eğitim’den Emniyet’e, medyadan, ticaret kurumlarına, her alanda tam bir egemenlik kurmuş durumdalar. Ama öğrencileri kendi istedikleri gibi yetiştiremiyorlar, toplumu istedikleri gibi yönlendiremiyorlar.

Kuşkusu olan var mıdır acaba; bu iktidar elinden gelse hemen yarın kadınların otobüsünü, okulunu ayırır, dinsel kurallara uygun hareket etmeyi yasal zorunluluk haline getirir. Hukuk sitemini şeriat kurallarına göre işletir. Demokrat olduğu için mi yapmıyor bunu? Yoksa topluma, tabii ki AKP’ye oy verenlerin de önemli bir kısmına bunu kabul ettiremeyeceği için mi? Bunca yıldır ezberletilmiş “tepeden inmeci” tespitinin, asıl bu AKP yönetimi için geçerli olduğu netleşti artık.

YAŞASIN CUMHURİYET

İşte böyle, Cumhuriyetimizin yüzüncü yaşını, Cumhuriyet değerlerini her zamankinden çok içselleştirmiş bir toplum olarak kutuluyoruz.

Ve asla yılgınlığa düşmeden mücadeleye devam ediyoruz. Demokratik bir ülke, daha güzel bir dünya için, yaşasın Cumhuriyet!