Türkiye’nin içinde bulunduğu mevcut gerçekle olduğu gibi yüzleşmek ve buna göre taraf seçmek zorunda olduğumuzu son seçimler tekrar yüzümüze vurdu.

“Çürüyen diş, dökülen et”
Fotoğraf: Depo Photos

Gönenç UYSAL*

2 Temmuz 1993. “Unutamadığınız ilk siyasi olay nedir” sorusuna verdiğim iki yanıttan biri, Sivas/Madımak katliamı. Diğeri de Uğur Mumcu suikastı, 24 Ocak 1993. Aklı daha yenice eren bir çocuğun televizyonda haberler varken anne-babasının “sen bu görüntülere bakma, içeri git” dedikleri ama öfkeyle ve acıyla konuştukları iki siyasi olay. Ve iki siyasi olayda da fail aynı, siyasal İslam. 

Aradan geçen otuz yılın sonunda siyasal İslam, iktidarı devlet aygıtı ve yasama-yürütme-yargı güçleri üzerinden ele geçirmiş durumdadır. Siyasal İslam’ı sadece yürütme erkine sahip olağan bir iktidardan saymak, onun devlet-parti bütünleşmesini sağlayan olağanüstü bir iktidar olduğunu gözden kaçırmak veya inkâr etmek, Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu mevcut gerçeğiyle yüzleşmek konusunda bizi yanılgıya düşürür. Ana akım muhalefetin aynı yanılgıya (bile isteye!) düşerek seçimleri kaybettiği gibi… 

***

Nicos Poulantzas kapitalist devlet kuramında olağan ve olağanüstü devlet biçimlerinin ancak siyasi rejimle somut bir hal kazandığını söyler. Fatih Yaşlı’nın deyişiyle “Türkiye siyasetinin en gerici, en faşizan, en karanlık unsurlarını bir araya getiren” bir iktidar karşımızdadır ve bu iktidar devlet aygıtının tam göbeğinde yerleşmiş durumdadır. Söz konusu iktidar özü itibariyle İslamcıdır (milliyetçilerle girdiği koalisyonda milliyetçiliği de dinsellikle yoğurmaktadır) ve bu bağlamda mevcut olağanüstü devlet aygıtı siyasal İslam rejimine sahiptir. Siyasal İslam rejimi Anayasa veya yasalar değişmeden, devlet aygıtı dönüştürülerek yerleşmiştir. En basit örnek, “laik” Anayasa Mahkemesi’nin kadının eşinin soyadını alması üzerine verdiği kararda bazı yüksek hâkimler dinsel öğelere referans vererek çekincelerini kayda geçirmişlerdir. 

Poulantzas olağanüstü devlet aygıtı için “sınırda devlet” tespitinde bulunur, olağan devlet biçimlerinin aksine olağanüstü devlet krize verilen bir yanıttır ve krizlere gebedir. Örneğin, Şubat ayında Maraş depremlerinde devlet aygıtının bir süre yanıt verememesi iktidarın “kötü” veya “beceriksiz” yönetiminden kaynaklanmamıştır. Olağanüstü devletin kriz karşısında keyfiliğinin ve işlevsizliğinin en somut örneğidir. Türkiye gibi deprem bölgesi olan ve deprem vergilerinin toplandığı bir ülkede devlet aygıtı deprem bölgesine ilk iki gün anlamlı bir şekilde müdahale etmemiş/edememiştir. Ancak deprem sonrasında, mesela plan ve imar uygulamalarını kaldıran ve yürütme erkinin gücünü genişleten kararnamelerle, krizi sermaye lehine fırsata çevirmiştir. 

Olağanüstü devlet krize verilen bir yanıttır ve krizlere gebedir. Korkut Boratav’ın tespit ettiği gibi Türkiye şu an giderek derinleşen bir bölüşüm krizi yaşamaktadır. Sermaye asgari ücretin 300-400 dolar gibi bir seviyeye düşürülmesi çağrısında bulunmaktadır ve iktidar asgari ücrete bir yandan zam yapıp emekçi sınıfların rızasını devşirmeye çalışırken, bir yandan izlediği enflasyon ve kur politikalarıyla emekçi sınıfların ücretlerini eritmekte ve sermayenin beklediği düzeylere indirmektedir. 

Kapitalizm emekçi sınıflara emeğiyle üretirken insanlık onuruyla yaşamayı çok görmektedir. Türkiye’de iktidarın emekçi sınıflara layık gördüğü devlet eliyle (valiliklerin bayram harçlığı dağıtması gibi) veya tarikatlar ve cemaatler üzerinden (Kızılay ile Menzil tarikatının deprem bölgesinde işbirliği yaptığı gibi) dağıtılan sadakadır. Siyasal İslam’ın emekçi halka reva gördüğü çocuklarının da gericilikle ve karanlıkla büyümesi (okullara imam atanması gibi), daha doğrusu yutulmasıdır (tarikat-cemaat yurtlarında, kuran kurslarında yaşanan taciz ve intihar olayları gibi). 

*** 

Türkiye’nin içinde bulunduğu mevcut gerçekle olduğu gibi yüzleşmek ve buna göre taraf seçmek zorunda olduğumuzu son seçimler tekrar yüzümüze vurdu. Bu zorunluluk, esasen, sadece mevcut gerçeğin hayatlarını en çok etkilediği halk kitlelerine karşı değil, içinden çıktığımız bu toplumun bir ürünü olarak kendimize karşı da bir borcumuz aslında. Sözde “orta sınıf” gerçekte beyaz yaka emekçilere sırf “sosyal sermayeleri” (Pierre Bourdieu’nun kulaklarını çınlatırsak, ki bence sorunlu bir kavramsallaştırmadır) olduğu için bu topluma karşı bir borçları olmadığı salık veren liberaller yanılmaktadırlar. Aydınlanma çağının liberalizmi bireyi toplumsal örgütlenmenin dışında köksüz bir varlık olarak düşünmemiştir, gericilikle eklemlenen kapitalizm nasıl siyasal İslamı iktidara taşıdıysa güncel liberalizmi de çürütmüş durumdadır. 

Söz konusu yüzleşme ve taraf seçme zor ve insanın ümidini kıran bir süreç gibi görülebilir. Ancak Türkiye’nin seküler, Cumhuriyetçi, ilerici güçleri olarak sandığımızdan daha kalabalığız. Türkiye nüfusunun en az %48’iyiz örneğin. 

İçinden çıktığı ve içinde yaşadığı toplumun ve bu toplumun bir üyesi olarak kendisinin daha iyiyi hak ettiğine ve daha güzeli kurabileceğine dair inancı ve umudu kaybetmemeliyiz. 

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına 

–çürüyen diş, dökülen et–

bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.

*Akademisyen, Dr.