Metis Defterleri seçkisinin son kitabı yayımlandı: ‘Siyasalın Peşinde: Dünyaya Tragedyalarla Bakmak.’ Kitap eski Yunan’dan bugüne etkisini yitirmeyen Tragedyalarla günümüze ışık tutmaya çalışıyor

Değişmeyen dünyanın şerefine*

Arzu Eylem

Walter Benjamin, “Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek büyüler bizi” der. Yaşanmışlığa yakından bakabilmek, duyumsamak, onu sanat yapıtına dönüştürmeyi talep eder. Gerçeği gerçekdışı bir yere göndermek ve oradan bakmak, hikâyenin dışındaymışçasına yaşamak, acıyı dile getirmeyi mümkün kılar. Konuşmak ve çatışmayı ortaya koymak için sanata ihtiyaç duyarız.

“İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek” demiş Platon. Bir başka ihtiyaçsa bilmek ve bilmek için çözümlemek demek ki. Sanat yapıtını analiz etme ihtiyacı Platon’un sözüyle değerleniyor. “Neydik ne olduk?” sorusunu ve çağımız sorunlarını teşhis etmek, bugünkü siyasi açmazları gözden geçirmek niyetiyle yakınlarda Metis Defterleri seçkisinin son kitabı yayımlandı. Siyasalın Peşinde: Dünyaya Tragedyalarla Bakmak. Eski Yunan’dan bugüne etkisini yitirmeyen Tragedyalarla günümüze ışık tutmaya çalışıyor kitap.

Giriş bölümünde, Nazile Kalaycı ve Devrim Sezer, tragedyaları modernliği anlatmak için geçerli metinler olarak tanıtır. Heidegger’in deyimiyle kökensel metinler oluşlarına dikkat çekerler. Diğer yandan acıyı ve korkuyu seyrettirme amaçlı tragedyaların demokrasi eğitimi işlevi gördüklerine de.

“Troya’da yaşanan büyük felaketin mağdurlarda yarattığı etkiyi anlayabilmemizin önemli bir nedeni, modern zamanların katliam ve soykırımlarına tanıklık etmiş olmamız…(s.21)”

Kitap girişle birlikte beş makaleden oluşuyor. Tragedyaların çözümlemesi üzerinden, adalet, hukuk, şiddet, yas, yakışıksız ölüm, katharsis/arınma gibi temalar günümüzü işaret ederek değerlendiriliyor. Ön planda kavramlarla felsefi ve siyasi tartışmalar yürütülürken, sanki altmetinde sanatın toplumsal sorunlarla kurduğu bağ kendini gösteriyor. Edebi açıdan da yorumlara kapı aralıyor makaleler.

Devrim Sezer’in adını Susan Sontag’dan ödünç aldığı makalesi, Başkalarının Acısına Bakmak, Aristo’nun katharsis kavramıyla yani tragedyalar yoluyla acıyı ve korkuyu duyumsayarak tutkudan arınmayla buluşuyor. Poetika’da Aristo tragedyaları bu sebeple önemser. Ama diğer yandan biz de Sezer’in yorumlamaları üzerinden acılarımıza bakarken buluruz kendimizi. Hatta makalede geçtiği gibi ‘yüzleşme atölyesi’ne katılırız. Ya da giriş yazısında söylendiği gibi, acılarımızı, kökenini anlamak için ‘öteki sahne’ye taşırız. Sezer’in makalesinde, ilk bölünmenin itaatle itiraz arasındaki siyasal farkla başladığı anlatılıyor. Atina’nın tek övgüsününse uzlaşma olduğu... Yas savaşın mantığını sorgulatırken, hybris yani kibir dost - düşman gibi ayrımları silikleştirerek sınırları zorluyor. İsyan etmeyip yas tutan halk, tragedyayı terapi ya da teselli sayıyor.

Ünsal Doğan Başkır, Muğlâklığın Sınırında: Oresteia’da Hukuk, Şiddet, Adalet başlıklı makalesinde tragedyalara ilişkin şöyle diyor:

“Tragedyaları kendi çağlarını aşan, evrensel bir dile ve zamansallığa açılan metinler olarak düşünmemize olanak veren şey tam da bu muğlâklık boyutudur aslında… (s.121)”

Tragedyalarda büyük hatayla (hamartia), diğer değişle baht dönüşünün başlangıcıyla tartışmaya açılan çatışma alanı, haklılık ile haksızlık, doğru ile yanlış, iyi ile kötü gibi ikiliklerin tanımlarının muğlâk bırakılmasıyla sonsuzlaşıyor. Bu yüzden belki de insana en yakın metinler sayıyoruz tragedyaları.

Oresteia Üçlemesi’ni okuyarak hukukun intikamı sonlandırıp ikna sürecini başlatmak istediğini görebiliyor, aynı zamanda aynı hukukun şiddeti ve zoru aşamadığını anlıyoruz. Şiddetin karşısına ‘ikna’yı koyan, retorik sanatını tanıtan Eski Yunan, yine bunu Athena’nın desteğiyle yapar ama şiddetin yeniden ortaya çıkmayacağı, hukukun bunları aşacağı muğlâktır. Sanırım bunu en iyi biz bugünden biliyoruz. Hukuk dilindeki muğlâklık o kadar da yeni değil. Bu yüzden Başkır, Derrida’nın, adalet için hukuk yeterli mi, sorusunu hatırlatır, adaletle hukukun arasına çizgiler çizer.

Kitap boyunca hemen hemen her makalede ‘hybris’ ile karşılaşırız. Genelde ‘hamartia’ yani büyük hata şeklinde çıkıyor kibir karşımıza. Hâlâ karşımıza çıkmadığını söyleyebilir miyiz? Kibrin iktidarı pervasızlaştırmadığını düşünebilir miyiz? Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” diye haykırdığı modern zamanlara benzemez mi Troya Savaşı karşısında tanrıların suskunluğu. Çünkü Tanrılar sevmez olur Troya’yı.

Serdar Tekin, Antigone okuması yaparak gömülmeyi, yası, adaleti Lacan’ın, Hegel’in, Derrida’nın söylemleriyle birlikte tartışır. Antigone ve Kreon karşılaştırmasıyla trajedi ile dram arasındaki ayrımı verir. İnsanın da Tanrının da birer yasası vardır artık. İnsan yeryüzünün, Tanrı yeraltının kanununu yazar. Tekin, Joyce’un yasaya ilişkin sözüyle bitirir makalesini, “yasanın yazıtları yasadışı olanın dilinde yazılır.” Dolayısıyla yasa suça davet çıkarmaktan geri kalamaz.

Nazile Kalaycı, ‘Yakışıksız Ölüm’, Yas ve Tanıklık Sorunu adlı makalesinde, günümüze yakın durarak tragedyalar üzerinden değişimi ele alır. Adsız ölüler, ölümün öldürülmesi, yas hiyerarşisinden bahsederken siyasetin sadece yaşayanları değil, ölüleri de ilgilendirdiğini söyler. İnsanların nasıl öldüğü ya da öldürüldüğü, nasıl gömüldüğü, yasının tutulup tutulamaması siyasidir. Kalaycı, melankoliyi de bir siyasi tavır olarak görür. Yüzleşerek, hatırlayarak adalete yakın olabileceğimizi anımsatır. Kalaycı’nın yorumladığı tragedyalar değildir sadece, günümüz meseleleridir de.

Yazının bir yerinde değindiğim gibi Dünyaya Tragedyalarla Bakmak edebiyatın günümüzdeki yerini yeniden değerlendirmek için de bir perspektif sunabilir. Tragedyaların evrenselliği ve gücü üzerine düşünmek edebiyata iyi gelebilir. Çünkü Nietzsche’nin dediği gibi, “Hakikat yüzünden ölmeyelim diye var sanat.”
*Başlık: Theodoros Angelopoulos’un Ulis’in Bakışı filminden…