Seçimlerinizi yaptınız ve muhtemelen bir şeyin değişmediğini gördünüz. Türkiye’de ilk defa seçim sonuçları 1 Nisan’a denk gelse de bu bir Nisan 1 şakası değil maalesef. Her seçimden önce umutlanan demokrat ve seküler seçmenler muhtemelen kendi kaygılarının nüfusun geneli tarafından paylaşıldığını ve seçim sonuçlarının bu politika bazlı kaygılarla belirlendiğini düşünüyorlar. Bu bize sadece hâkim olan liberal […]

Seçimlerinizi yaptınız ve muhtemelen bir şeyin değişmediğini gördünüz. Türkiye’de ilk defa seçim sonuçları 1 Nisan’a denk gelse de bu bir Nisan 1 şakası değil maalesef. Her seçimden önce umutlanan demokrat ve seküler seçmenler muhtemelen kendi kaygılarının nüfusun geneli tarafından paylaşıldığını ve seçim sonuçlarının bu politika bazlı kaygılarla belirlendiğini düşünüyorlar. Bu bize sadece hâkim olan liberal eğitim sistemi ve onun okumalarının ne kadar güçlü ve etkili olduğunu gösteriyor.

Ancak Türkiye seçimlerinin sonuçlarına dikkatlice baktığımızda bu politika farklarının konuyla çok alakası olmadığını görüyoruz. Kabaca ‘sağ’ ve ‘sol’ diye ifade ettiğimiz siyasi bloklar kendi içinde kompozisyon değişikliği gösterse de birbirine karşı katı duvarlarla korunuyorlar.

Erdoğan ve partisinin ilk siyaset sahnesine çıktıklarında yapmaya çalıştıkları bu blokları kırmaktı. Onun icat ettiği bir strateji değil tabii ki. Özal da aynı strateji ile sahneye çıkmıştı. “Dört eğilimi birleştirme” söylemi bunu işaret ediyordu. Ancak iktidar olduktan sonra bu partilerin çabaları tam tersine dönerek blokları sağlamlaştırmak yönüne evrilir.

Tipik olarak mahalledeki bakkalı muhtar yaptığınız seçimlerin bir anda “beka” sorunu haline gelmesinin temel nedeni bu blok sağlamlaştırma çabası.

Ancak, hem yerel hem ulusal siyaset farkları maalesef seçim sonuçlarının çok küçük bir kısmını etkiliyor. ‘Kabile tipi oy verme’ diye tercüme edebileceğimiz davranış hakim olduğu için genel olarak seçmenler ‘dedelerinin oy verdiği partilere’ oy veriyorlar. Seçmen geçirgenliği varsa sadece sağ veya sol blok içinde yer alan partiler arasında söz konusu. Bunun ötesinde pek bir hareketlilik yok.

Dolayısıyla seçim sonuçlarında beklenebilecek tek oynama nüfus değişimi üzerinden olabiliyor. Bloklardan birinin genel nüfus içindeki oranı artıyorsa, azalan kesim için durum daha da umutsuz hale gelebiliyor. HDP ve öncülü partilerin HEP’ten bu yana tedrici olarak seçim barajını aşmalarının altında da büyük ihtimalle bu demografik dönüşümün bir payı var. Ülkede geniş bir açık görüşlü kesim söz konusu olmadığı için seçim sonuçları bu cemaatlerin ağırlığı şeklinde tezahür ediyor. Yani doğu cephesinde yeni bir şey yok.

Batı cephesinde ise Türkiye’nin seçimleri genel olarak magazin değeri itibariyle yer buluyor. Bu anlaşılır bir şey. Sonuçta her gazete ‘satacak’ bir hikâye peşinde. Dolayısıyla büyük gazetelere baktığımızda Erdoğan’ın tanzim satışları ve ‘gıda terörizmi’ gibi ifadelerinin hakim olduğunu görüyoruz. Bulvar gazeteleri kategorisinde ise Türkiye’ye gitmiş turistlerin başına gelmiş bilumum facialar sayfaları dolduruyor. Arada yorumcuların bilumum taktikler ve ekonomik durumun gizlenmesi gibi konuları öne çıkardığını da görüyoruz. Bunlar gayet oryantalist işler tabii. İngiltere’deki seçimleri esas alıp Türkiye’de ne oluyor demek biraz isabetsiz. Çünkü o topraklarda işler maalesef böyle yürümüyor. Biz her zaman ‘bizim oğlana’ ve çok ender olarak da ‘bizim kıza’ oy veriyoruz. Ekonomi falan hikâye.

İyi haftalar ve bol şanslar.