Bu seçimlerin birçok sonuçlarından biri, herhalde, işçi sınıfının, varlığıyla yokluğunun belli olmamasıdır. Kibarlık yapmama gerek yoksa...

Bu seçimlerin birçok sonuçlarından biri, herhalde, işçi sınıfının, varlığıyla yokluğunun belli olmamasıdır. Kibarlık yapmama gerek yoksa, işçi sınıfını bu seçimlerde, kimsenin dikkate almadığını söylemeliyim. Başkaca bir kanıta ihtiyaç var mı bilmiyorum. Seçim döneminde, işçi haklarının kampanyaların bir parçası olmadığını hepimiz gördük. Diyeceksiniz ki, işçilerin bir talepleri oldu mu? Doğrusu buna da bir diyecek yok. Bu ülke hakkında hiçbir şey bilmeden seçim dönemini izleyen bir "yabancı gözlemci", işçinin halledilmemiş hiçbir sorunun kalmadığını; mazot fiyatı üzerinden yürüyen taahhüt ve polemiklere bakarak da, köylülüğün ciddiye alınabilecek kadar "örgütlü" bir güç olduğunu düşünecektir. Ya da üç konfederasyonun, fındık üretici kadar gücü olmadığına hükmedecektir.

Birçok nedeni var bu durumun. Sendikaların "güç" olmadığını söyleyip işin içinden çıkmak mümkün tabii ki. Süreç içinde kısmi -hatta olumlu- değişikliklere rağmen, işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen temel yasaların hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı niteliği, grev gibi önemli bir silahın kuşa çevrildiği, toplu pazarlık hakkının önemli ölçüde budandığı üzerine uzun konuşmalar yapabiliriz. Hiçbir itirazım yok.

Ancak ben, başta sendikaların, içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumu, merkezine kendisini koymadığı sürece anlayabileceği kanısında değilim.

2821 ve 2822 sayılı yasaların çıktığı 1983 yılını milat olarak alırsak, çeyrek yüzyıllık bir süreci konuşuyoruz.

Seçim boyunca Türkiye, yüzde on diye bir rakam olduğunu hatırladı. Toplam oyun yüzde onunu alamayan partinin Meclis'te temsil edilmeyeceği; seçim kampanyaları sırasında bundan mağdur olanlar tabii ki başta olmak üzere, aşan ve aşmasına kesin gözüyle bakılanlar da dahil olmak üzere, neredeyse tamamı tarafından "çok yüksek" bulundu. "Baraj" diye dillendirdiğimiz bu düzenlemenin temsilde adaleti sağlamadığı ve antidemokratik olduğu yönündeki görüş ise, en azından ilk kez bu denli meşruiyet sağlamış görünüyor.

İşte benzer bir baraj, bu yirmi beş yıl boyunca, işçilerin toplu pazarlık yapabilmesi önünde önemli bir engel olarak varlığını sürdürüyor. Çünkü bir işyerinde çalışan işçinin yarısından fazlasını üye yapmanız yetmiyor, daha önce, o işkolunda çalışan toplam işçinin en az yüzde onunun, üyeniz olması, şart. ILO, bu süre boyunca, Türkiye'yi sayısız kereler uyardı, bu nedenle kara listeye alınması gündeme geldi. Son olarak haziran toplantısında ILO, kendi içinde çok önemli bir aşamayı işaret eden, Türkiye'ye, çalışma yapmak üzere bir heyetin gönderilmesini kararını aldı ve örneğin seçim sürecinde bu gelişme gündeme gelmedi, kamuoyunda bir tartışma yaratamadı. Her defasında da Türkiye, verilen sözlerle deyim yerindeyse "direkten döndü." ILO önünde Türkiye'yi canhıraş biçimde savunan, işverenlerden önce sıranın önüne geçen, hemen her seferinde, işçi sendikaları oldu. Barajın kaldırılması yönündeki yasa değişikliği tasarısına da, barajın üstündeki birçok sendikanın karşı çıktığının doğrudan tanığıyım. Altındakilerin itirazının da, büyük ölçüde konumlarından kaynaklandığının, "mağduriyet durumundan demokrat" olduklarının da farkındayım. Zaten "baraj" sorunun 90'h yılların ikinci yarısında cılız da olsa bir süre önce gündeme getirilmesinde bu "altta kalanlar"ın etkisi oldu. Sonra onların da susmasının altında yatan aynı şeydi: artık altta olmamaları.

Sendikal barajı, işçi ve işveren örgütleri, ironik bulacaksınız ama aynen şöyle savundu: Tersi bir uygulama, işyeri sendikacılığının, giderek işveren güdümündeki sendikacılığın, yani bildiğimiz adıyla sarı sendikacılığın önünü açar. Bugün, esasında epey uzun bir süreden beri sendikaların ağır, hantal, bürokratik yapılar olmasının arkasında yatan, gücünü "müesses yapı" olmakta arayan bu "güçlü sendikacılık" anlayışıdır. Ancak bu anlayış, ne üye sayısında bir artış getirmiş, ne de sosyal politika anladığımız anlamda bir güç olmasını sağlamıştır. Çalışma Genel Müdürlüğü kayıtlarını veri alacak olursak, 1984 Ocak istatistiğinde yüzde 53.85'ten Ocak 1995 istatistiğinde yüzde 69.34 ile zirve noktasını yakalayan üye sayısı, bugün yüzde 58 düzeyindedir. Ayrıca bu rakamların "şişirme" olmasa bile, abartılı olduğu hususu da "bilinen" bir gerçektir.

Ağır, hantal ve bürokratik her yapıda olduğu gibi işçi sendikaları da bu yapıyı, ancak kendi içinde demokrasi olmadan sürdürebilir. Nitekim olan da budur.

Demokrasiye en çok ihtiyacı olan işçi sendikaları, demokrasiyi kendisinden esirgeyen yapıların başında gelmektedir.

Bugün işçi sınıfının "ekonomik demokratik" örgütlerinin bu kadar etkisiz olmasının ardında yatan nedeni, önce burada aramak zorundayız. Haftaya bunları biraz daha konuşmak istiyorum.