Eronat’ın Diyarbakır’da yerin altından çıkan kemikler için “heyelan olmuş” olabilir demesi, arka bahçelerine gömdükleri cesetler ile yaşayanların devletle nasıl bir üreme ilişkisi içinde olduklarını gösteriyor bize.

Avrupa’nın göbeğinde “Ne mutlu Türküm diyene” sözünden ırksal gurur yaratanların, mehter marşlarıyla protesto gösterileri örgütlemeleri gibi. Nedense vatandaşlık duyarlılıkları sadece ırk’a indirgenmiş ve ulusallaştırılmış davalar söz konusu olunca harekete geçiveriyor.

Mehmet Ağar’ın vicdanı neden rahat? Çünkü onun vicdan ölçütü devletin vatandaşa giydirdiği bu millileştirilmiş anlayıştan besleniyor. Bu yüzden "Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız" denilince hop oturup, hop kalkıyorlar.

Ezberleri bozuldukça dengesizlik artıyor.

Devletin geleneksel refleksinin Ağar’ın vicdanıyla örtüşmesi bir tesadüf olmasa gerek. Bunca katliam, cinayet, işkence, kayıp, infaz ortadayken hala çıkıp “vicdanım rahat” diyen Ağar ile, Uludere’de katledilen 35 insan için Genelkurmay Başkanı’nı tebrik eden Başbakan’ın durduğu yer arasında hiçbir fark yok. Her ikisi de aslında birer devlet kopyası.

Dil, üslup, tehdit, aynı baskı makinesinden çıkmış gibi devletin başında duranların ağzından yuvarlanıp duruyor.

İşkence haneye çevrilmiş karakol ve kışlaların kaç bin insanı yok ettiğiyle ilgili değil onlar. Türkiye’nin kendi karanlık geçmişiyle hesaplaştığı falan da yok. Devlet kendi iç örgütlenmesini elden geçiriyor sadece ve o iç örgütlenme, yine ulus devlet anlayışla şekillendiriliyor.

Bu anlayış, gelişen muhalefet karşısında hızla içe kapanıyor ve demokrasi söylemini bir kalkan olarak kullanıyor. Başbakan ne zaman özgürlükten bahsetse arkasından mutlaka korkunç bir baskı geliyor. Söylemde özgürlükçü, uygulamada totaliter bir yöntem politika olarak uygulanıyor. AKP sisteme balans ayarı yaparken tanklar yerine yargı, polis ve cemaati kullanıyor. 28 Şubatçıların kabaca yaptığını onlar incelikli yaparak yol alıyorlar.

Tek engel Kürt muhalefetinin inatçılığı.

Bu inatçılık Türkiye’nin her tarafındaki muhalif güçleri de tetikliyor. Muhalefetin genel olarak her alana sıçraması, Kürt siyasi hareketinin Türkiyeli muhaliflerle kopan bağları yeniden kurması ve demokrasi mücadelesinin nitel bir sıçramaya dönüşüyor olması iktidarı inanılmaz derecede rahatsız ediyor ve yönelim tüm kesimleri içine alacak şekilde büyütülüyor.

Gazeteciler, akademisyenler, yazarlar toplumun önünde duran entelektüel camia bu yüzden tırpanlanıyor. Binlerce Kürt siyasetçi cezaevlerine doldurularak alan hâkimiyeti yaratılmaya ve Kürt muhalefetinin önü kesilmeye çalışılıyor. Boşalan alana ise sisteme uyumlu Kürt politikacılar ve ahalisi paraşütle indiriliyor. Muhalefetin gölünü mayalamaya çalışan iktidarın “ya tutarsa” anlayışı aslında uçurumu derinleştiriyor. Tutuklanan binlerce insanın ailesi, çevresi ile beraber düşündüğünüzde, on binlerce insan baskının mağduru ve etkisi alanına giriyor. Diyarbakır cezaevinde yaşanılanların sonuçlarının günümüze yansıması gibi düşünülebilir.

Sevgisiz bir iktidar var karşımızda.

Vicdanları bu yüzden rahat.

Bastırılmayan gösteri yok. Her gösterinin ardından tutuklanan ve onlarca yıla varan cezalarla hakkında dava açılan binlerce insan içeride. Düşünen ve yazan tüm muhalifler ya işsiz bırakıldı ya da kirletilerek susturuldu. Açılan her dava aylara, yıllara yayılarak katmerli bir cezalandırmaya dönüştürüldü. Hukuk ve adalet, baskı ve zor’un gönüllü uygulayıcıları haline getirildi.

Hrant Dink davasının peşinden BEŞ YILDIR koşturan insanların yüzüne kürsüden hala “hiçbir şey gizli kalmayacak” diyen başbakanın sesi duyuluyor. “Dink bir yemdi, asıl hedef AKP idi” diyerek Hrant’ı bir yem’e indirgeyen Hüseyin Çelik’in çaktımcılığı mesnetini arıyor. İçişleri Bakanının BDP milletvekillerine “bu millet size sabrediyor” diye kükreyen sesi çınlıyor. Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın sorulan her soruya “ona da bakıyoruz, onu da inceliyoruz, onu şey ediyoruz” şeklindeki malum cevapları anlamayanı aptal yerine koymaya devam ediyor. Dağlar bombalanıyor, evler basılıyor, yargısız infazlar gerçekleştiriliyor, “iyi çocuklar” bombalar yerleştirmeye devam ediyor hala.

Salonlara hapsedilmiş özgürlük ve daha fazla demokrasi nutukları ise kendilerinden önce aynı nutukları atanların sesine karışıp “devlet için kurşun yiyen de, atan da şereflidir” ambalajının etrafında kendine bir yer buluyor,

Metiner-leşmiş bir teslimiyet ise tüm toplumun önüne bir örnek olarak sunuluyor. İktidarın uslu çocukları olmak için sıraya girenlerin ürettiği bir kültür bu. İstenilene uygun bel hizasına iniyor kafalar.

Eronat’ın bir heyalanla üstünü örtmeye çalıştığı Jitem cinayetleri ile Ağar’ın “vicdanım rahat” muhabbetini arttıran bir iktidar var.

Türköne, Cumhurbaşkanı tarafından Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu görevlendirilmesini neden kabul ettiğini açıklarken “benim devlet terbiyem kabul etmemi gerektirir” sözü ile meseleyi özetlemişti.

İşte tüm yaşananlar bu terbiyenin demokrasi ve özgürlüklerin üstünde tutulmasıyla ilgilidir. Çünkü Türkiye’nin karanlık dönemleri o terbiyenin bir ürünüdür.