Osmanlı ve cumhuriyet tarihi boyunca devlet, siyaset ve laiklik ilişkisinde, istismar edilen din, sadece toplumsal ilişkilerde değili, aynı zamanda siyaset ilişkilerinde de önemli bir rol oynadı.

Osmanlı döneminde din, devletin şeriat hukuku, Ulemanın fetvaları ile toplumu denetim altına alma ve Padişahların iktidarlarını koruma aracı olarak istismar edilirken, cumhuriyet döneminde ise, özellikle 1947’den itibaren din devlet denetimine alınıp ve din yeniden iktidar aracı olarak üretilip, siyasallaştırmıştır. Devlet ve siyaset kontrolünde inşa edilen din ise her daim toplumsal gerilim alanına dönüştürüldü. Toplumsal çeşitliliğin ve siyasal alanın içine parçalayıcı etkisi olan dinamit gibi konuluverdi.

Bireysel ve özel alana ait olan dinin ve inancın, devlet ve siyaset tarafından gasp edilmesi, dini değerlerin siyasetin merkezine taşınması ve aynı zamanda iktidar olma aracı olarakta kullanılmasıyla, laik, demokratik ve çoğulcu siyaset alanı üzerinde önemli bir vesayete dönüştürüldü. Toplum ve sınıf siyasetinin yerine din ve kutsal kimlikler ikame edilmeye başlandı. Yurttaşlık hakkı üzerinden siyaset yerini, din üzerinden siyasete taşındı.

Devletin, iktidarın ve siyasi partilerin eline düşen din, bir yandan istismar aracı, bir yandan oy için kullanışlı faktör, dindarları arka bahçede toplamak, kimi zaman da siyaseti etkileyen ve belirleyen faktör olarak karşımıza konuldu.

Türkiye’de sağ, milliyetçi ve İslamcı partiler dine yaslanırken, solda yer aldığını ifade eden sol liberal partiler ise, din ve siyaset ilişkisinde ikircikli ve kafaları karışık bir pozisyon alırken, sosyalistler dinin özel alana ait olduğu, devlet ve siyaset ilişkilerinde demokratik ve laiklikten yana tutum alarak, dini siyasi örgütlenme ve siyasal söylemin dışında tuttular. Toplum ve sınıf siyaseti kültürel kimlik haklarının da özgürlüğünü savunarak sürdürüldü.

Sol laik ve demokratik siyaset, ekonomik, hukuksal, sosyal, toplumsal, sınıfsal, kültürel, eğitim ve sağlık gibi dünyevi alana ait tüm sorunlara çözüm bulmak, halkın huzuru, barışı, eşitliği ve eşit yurttaşlık hakları kapsamındaki laik düşünce sistemini savunurken, dine yaslanan siyasi partiler ise, dünyevi sorunları uhrevi söylemlerle örtmek için, siyasetin dilini ve düşüncesini dinselleştirmeyi benimsemiştir.

Özellikle seçimler öncesi “ülke sosyolojisi” denilerek, din istismarını siyaset alanına taşımışlardır. İslamcı cemaatlerin ve tarikatların şeyhleri ise, siyaset aktörlerinin oy toplamasının pazarlık tarafı olmuştur. Böylece “kazan-kazan” ilkesiye siyaset ve dincilik birbirini beslemiştir.

Laik ve demokrasi dışı söylemler, yerine dincilik ve din istismarına dayalı bırakmaya başlamıştır. Sağ partilerin din istismarı üzerinden yükselişi karşısında, kimi sol liberal partiler, sağ elinden dini olanı almak için, gerici dinciliğe karşı, “laik dindar” ya da “demokratik İslam” gibi ideolojik pragmatizm, popülizm ve manipülasyon üretmeye başladılar.

Cuma namazı kılan, alternatif cumalar kılan, Yasin okuyabilen, makamlarında Kur’an okutan pozlar vermeye başlıdılar.

Demokratik siyasetin, din, vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünün teminatı olan laikliği savunma utangaçlığı ile davranan bu partiler, ikircikli, pragmatist ve istismarcı tarafa geçtiler. Solun, laikliğin ve demokratik siyasetin evrensel değer ve ilkelerini savunmak yerine, entellektüel ve siyaset toplumsallaştırma konusundaki cari açığını, dinci ve sağ siyasetin taklitçiliğinde aramıştır.