Fakat ekonomik, siyasal, hukuksal, sosyal ve toplumsal krizler artıkça, bazen dini retorik kurtarıcı da olmayabilir. Din ile iktidar olanın, yine aynı dindar seçmen tarafında gidişi hazırlanabilir.

Çünkü açlık, yoksulluk, yoksunluk halkın “neden ben aç, açık ve işsiz kalıyorum” sorusuna cevap aramaya yönlendirir. Fakirliğin, açlığın ve işsizliğin onu Allah’a yakınlaştıracağına dair Diyanet fetvaları artık inandırıcı gelmez! Cemaatler ve tarikatlar holdingleşirken, din üzerinde siyaset yapana “yürü kulum” denildiğini, gören halk, neden kendisinin payına açlığın ve yoksulluğun düştüğünü sordurmaktadır.

Sol, sosyal demokratlar ve laik kesim, laikliği anlatmadığı ve açık şekilde savunamadığı, laik ve demokratik siyaset kurumsallaşmadığı ve toplumsallaşmadığı sürece, din-siyaset ilişkisindeki defolu kısır döngü sürekli, aktörler yer değiştirerek devam edecektir.

Cemaatler, tarikatlar, ve Diyanet siyasetin emrinde ya da siyaset dinin emrinde hayatını sürdürecektir.

Gerçek laik siyaset ve düzen, hiç bir zaman dinlere, inançlara, inanan ve inanmayan insanlara karşı çıkmamıştır. Laiklik, dini siyasal istismar ve sömürü aracına dönüştürerek çıkar ve menfaat sağlayanlara karşı, hukuksal güvencenin ve çoğulcu yaşamın garantisi olduğu fikri toplumsallaştırılmalıdır.

Bugün sadece devlet değil, siyaset kurumları dahi din inşa eden, dinleri tanımlayan, din üreten yapılara dönüşmektedir.

Oysa laik ve demokratik siyaset din üreten değil, inananların kendi inançlarını özgürce yaşabileceği, kendi dinini/inancını içeriğini belirleme ve gereklerini serbestçe yerine getirilmesini güvence altına alan evrensel hukuk değerlerini ve evrensel insan haklarını ilkelerini savunmalıdır. Özetle kişinin ya da inanan toplulukların özel alanına ait olan inancına, devletin ve siyaset kurumlarının hiçbir şekilde karışmaya hakkı olmamalıdır.

Siyaset dediğim şey, demokrasinin en büyük erdemliği sayılan, halkın kendi kendisini ve devleti laiklik ilkesine bağlı kalarak yönetmesidir. Demokratik bir hak olarak, insanlar siyasetin öznesi olarak, siyasete ve devlet yönetimine, dini değil, vatandaşlık hakkı üzerinden siyasal dünya görüşleri, dünyevi bilgi ve tecrübeleriyle katılır.

Siyasette ideoloji dünyevi, eleştirel ve sorgulayı aklın ürünü olarak, tüm toplumsal kesimleri ortak hukuk zemini üzerinden, eşit yurttaşlık ve eşit haklarla buluşturmaktır.

Uhrevi olanın, dogmaların ve hurafelerin siyasette belirleyici rolü bulunmamalıdır.

Laik ve demokratik siyaset, insana ait kutsala ve dine karşı olmadığı gibi, inananların toplumsal yaşamda, kendisi özel ve inanç alanında örgütlenmesinin de güvencesidir. Yani din özel alanda hayatını sürdürken, laik, demokratik, hukuksal ve sosyal devlet sistemine müdahale etmeden ve kendisine müdahale edilmeden hayatına devam etme özgürlüğüne sahiptir. Kamu ise inanç özgürlüğünün sağlanmasında, laiklik ilkesi doğrultusunda bu alandaki hukuksal düzenleyici ve dini alandaki şeffaflığın denetim sorumluluğunu üstlenir.

Türkiye’de siyasal alanda din istismarı yapıldığı gibi, laiklik istismarı da yapılmaktadır. Diyanetli, din bürokrasili ve din bütçeli laiklik istismarı bunun örneğidir.

Laikliğin din düşmanlığı, inanmanın ya da inanmanın laiklik düşmanlığı olmadığı, din, vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünün karşılıklı teminatı olarak yasallaşmalı ve toplumsal bilince çıkarılmalıdır.

Oysa bugün, bu genel doğrunun savunulması yerine, Türkiye’de siyaset ve dincilik karşılıklı bir istismar pazarlığını kurumsallaştırmıştır. Din istismarı ve dinci retorik özellikle sağ, milliyetçi ve İslamcı partilerin, sol, sosyal demokratlar karşısında oy üstünlüğü sağlamak için kullandıkları bir sömürü aracı olmuştur. AKP iktidarı ile dini değerler ve semboller, toplumsal huzur ve barışı tehdit edecek şekilde istismar edilmiş ve kullanılmıştır.