Şimdilerde siyasal olarak siyasete egemen olan ama bir türlü mutlak egemen olamayan siyasal İslam, artık “tamam cumhuriyetin rengi de şekli de içeriği de biçimi de değişmiştir” diyebilmenin rahatlığını yaşıyor.

Dogmalar savaşı kazandı mı?

Bu kez başka bir kılıkla karşımızda hurafeye övgü. İnsanı tutsak eden faniyi, fenayı, ölümlüyü en çürüğünden liberalizme sığınmış kötülüğü parlatarak, çağdaşlığı mahkûm ederek, çözümsüzlüğün kaynağı olarak resmederek çıkıyor gizlendiği karanlıktan. Kabalığını gizleyemese de tırnak içinde “felsefe” yaparak kendini saklamayı deniyor. 1970’li yıllara kadar sütre gerisinde var olmaya çalışan, risale dağıtımıyla örgütlenen hurafe, 1980’lerden sonra “serbestiyetin” tadını çıkarmaya başladı.

Laikliğin siyasal destekle geriletildiği yıllarda tırmanan ve 1950’lerde ışığı söndürülmüş kurtuluş ve kuruluş heyecanı yerini ünlü türban savaşlarıyla gelişmenin teorisini yapmayı liberallere rahatlıkla devreden birçok cemaate, tarikata bıraktı.  

Herkesin bildiklerini yinelemeyelim, şimdilerde siyasal olarak siyasete egemen olan ama bir türlü mutlak egemen olamayan siyasal İslam, artık “tamam cumhuriyetin rengi de şekli de içeriği de biçimi de değişmiştir” diyebilmenin rahatlığını yaşıyor. Cesaretlerini açık teşvikten aldıkları pek belli hocalar gerçekten de yasa çiğnemenin mutluluğunu yaşıyorlar. Birçok tarikat ve cemaat bir zamanlar laik seküler dünyanın her şeyi yönettiğini, belirlediğini zanneden hal ve tavrını benimsemiştir. “Buralar artık bizden sorulur” edası, takkesi, cübbesi kılığı kıyafeti ile en cüretkâr üslubun yüksek perdeden ve haklı olarak ilanıdır. Bütün bu gerçekten etkin ve gelecek vaat eden duruma karşın hâlâ toplumun yarısını denetleyemez olmanın sıkıntısının sürdürmesi can sıkıcıdır. Ama inanıyorlar ki artık eski düzen geri gelmeyecektir.  

Koşullar umut vermiyorsa 

Artan baskılar nedeniyle bir zamanlar cemaat tarikat örgütlenmesinin teorisini yapan liberal entelektüel çevreler de bir tür ruhi bunalım geçirmişlerse de seküler çevrenin beceriksizliği, liberal bir “yenilenme” ateşine tutulmuş sosyal demokrasinin ve artık amorflaşmış, her derde deva Kemalizm’in marjinal hale gelmiş olmasının yeni bir hayat alanı yarattığını düşünüyorlar. Modern-mahrem teorisini yenilemenin, zamanın ruhuna daha bir özgüvenle uymanın zamanıdır. Romanlar yazılacak, İsmet Özelcilik yaygınlaşacak, diziler çekilecek Cüneydler felsefe yapacak, zavallı çocuklarını yetiştirmekten aciz laik ana babalar ise Şaban’ı Ramazan’ı öğretmeyi dert etmedikleri çocukları ile bunalımlı hayatlarını yaşayacaklardır. Hiç kuşku yok çarşafını, örtüsünü bırakmadan Batılı olmak mümkündür ve zaten mesele onların, seçkinlerin eğitimi değil, fukara ahalinin çocuklarına Arapça ama zinhar Türkçe mealini değil Kuran’ı ezberletmektir. Liberallerimizin bu sıkıntıyı giderecek bir çıkış, bir teori, bir “melezlik” bulabileceklerine güvenimiz tamdır. Çünkü meydan nasılsa boşalmıştır. Edebiyat gerilere çekilmiş, teslimiyetin kapısı açılmış, şiirde ve edebiyatın öteki türlerinde anlamsızlık ve uçukluk başa geçmiş, postmodern sanatın incelikleri, post-truth maymuncuğuyla algı kapıları ardına kadar açılmış, akıl almaz zenginlikleriyle sergi salonlarını, irili ufaklı alanları doldurmuş durumdadır. 

Beckett’e takılıp kalmak 

Kimi zaman çağdaşlığı bilimin gelişmesinden güç alan ve geri döndürülemez yoldan çıkarılamaz bir ilerleme olduğu kanısı rahatlatıyordu. Şimdi bu rahatlıktan rahatsız olmak gerekiyor. İvmesi artan bir hızla bireyi topluluktan koparan, makinelerden başka hiçbir şeye gereksinim duymayan, kültürsüzlüğün farkına bile varmayan insanlara dönüştüren tehlikeli bir gelişme bu. Latin Amerika’nın usta yazarlarından Mario Vargas Llosa bu durumu anlatırken “edinilen bilgiler gittikçe daha kendine özgü ve bölgeli duruma geldikçe, bilginin uzmanlaşması özelleşmiş dilleri ve daha fazla gizli şifreyi gerektirir” diye anlatıyordu. “Eskilerin yapraklara bakıp ağacı görememek, ağaçlara bakıp ormanı görememek dedikleri aslında bu ayrıntıcılığa ve bölünmeye karşı bir uyarıdır” diyor ve uyarıyordu: “Ulusların ve bireylerin tekbenciliği, nefretler, savaşlara soykırımlara yol açan paranoya ve sabuklamalara, gerçeğin çarpıtılmasına neden olur” (Edebiyata Övgü, der. ve çev. Celâl Uster, NOTOS Kitap, s. 19). 

Öyle olmuyor mu? Öyleyse artık Beckett’in “yenil bir daha yenil…” cümlesini başka türlü okumanın yolunu, yöntemini bulmak gerekecektir.  

Burada belki durup hurafenin değişmezliğine dikkat çekmek gerekir. Dogma dinlerin emridir ve değişmesi yüz yıllar alır. Bu değişim bile hep yeni bir dogmanın katılığını taşır. Bu nedenle dogmalarla mücadele etmenin en önemli yöntemi edebiyatta gizlidir. Politik görüşlerinin değişmez olduğunu söyleyen Marquez dogmalarla ilgili çok açık bir tutum alır. “Kendisiyle çatışmayan birinin dogmacı, her dogmacının da gerici olduğunu söylemiştim. Ben her zaman özellikle de edebiyat konusunda kendimle çatışırım. Sürekli kendimle çatışmadan, kendimi düzeltmeden ve hata yapmadan hiçbir zaman edebi yaratım noktasına erişemem” (Yedi Ses, Rita Guibert, çev. Celâl Üster, Can Yayınları, s. 411).  

“Gerçekleşmiş ütopya” oksimoronu 

Öyleyse buradan yola çıkalım, hurafe dogmadan güç alır edebiyat ise dogmayla savaştan. Bu nedenle de hurafeyle bir yaşam kuranlar, liberaller onlara ne kadar yol gösterirse göstersin edebiyatın yazının, şiirin, resmin hayat iksirine ulaşamazlar. Bu durumu İslam’ın kendini yenileyebilme potansiyelini “saptayan” liberallerimizden Nilüfer Göle de pek iyi tasvir ediyordu. “İslamcılığı güncel bir yeni sosyal hareket olarak ele almak karşıtlıklar, ortak noktalar ve karşılıklı alışverişler bağlamında düşünmek gerekiyor. İslamcılık modern zamanlarda modern aktörlerle gelişen bir olgu. Fakat tabloyu daha da karmaşık hale getirmek istercesine geçmişe yönelik bir değişim projesi geliştiriyor.” Belki şu cümleler daha açıklayıcıdır: “İslami altın çağ bir ütopya değildir, zamanda ve mekânda var olmuştur, ‘gerçekleşmiş bir ütopyadır’ bu” (Melez Desenler, Metis Yayınları, s. 23-24). Ne güzel anlatılıyor şu anda tam olarak yaşanamadığı için ütopya denilen geçmiş, ama zamanda ve mekânda gerçekleşmemiş miydi? Dogma nedir ki zaten.  

*** 

Öyle karışık bir zaman diliminden geçiyoruz. Bir yandan daha önce girilmemiş alanlarda el yordamı denemeler, cesur çıkışlar, hatalar, yanılgılar, bir yandan da geleceğin olası karanlığının gözle görülür belirtileri. Eğer bir zaman diliminden söz ediyorsak bir başka ve tümüyle farklı bir zaman dilimine geçme umudumuzu koruyoruz demektir. Sıkıntılı zamanlar hiç kuşkusuz kendiliğinden değil, çabalarsak, boyun eğmenin konformizmine kendimizi kaptırmazsak geçip gidecektir. Truth yani gerçekler de yenilenir, yeni günün ışıkları altında gerçekler tüm çıplaklığıyla kendini gösterir. Algı hiçbir zaman gerçeğin yerini tutmaz, sorunları çözmez, hayatın iflah olmaz gerçekleri algının sahte süsünü silip atar, uyuyanları kendine getirir. Ve hikâye işte o zaman yeniden yazılır. Bin yıl öncesinin bugünü karartmaya niyetli ütopyası değil yarının gerçekleşecek ütopyasıdır bizim hikâyemiz…