Beşiktaş’ta 44 canımızı alan TAK saldırısıyla, yine on yıllardır kanayan en önemli meselemizi tartışıyoruz. Bu türden katliamlar arkasından lanet okumak, “Kökünü kazıyacağız” nutukları atmak dilimizin ezberi oldu.

Bu katliamlarla asıl katledilenin eşit ve özgür vatandaşlar olarak bir arada yaşayabilme zeminimiz olduğuna kuşku yok.

Peki, birilerinin çıkıp kendileriyle birlikte onlarca insanı da patlatarak yok etmesinin önüne nasıl geçilecek?

HDP binaları basılarak, kırılan kapılardan girilip duvarlara “Geldik yoktunuz” yazılarak ve yasal bir partinin binalarını “arayan” devletin güvenlik güçleri ile oralara saldıran kalabalıkların davranışları aynılaştırılarak mı?

Devlet HDP’lilerle konuşurken HDP’lileri televizyonlara çıkarmak için peşlerinden koşan, HDP’liler “çatışmanın tarafı”na dönüştürüldüğünde ise onlara sorulması gereken soruları onların asla çağırılmadığı zeminlerde tartışan gazetecilik anlayışı ile mi?

Beşiktaş katliamının ardından, iktidardan ve iktidar ağzı ile konuşanlardan duyduklarımız, şimdiye kadar defalarca yapılanların tekrar yapılmasından başka bir şey değil. Üstelik, Kürt meselesinin artık iyice bölgesel, uluslararası nitelik kazandığı bir dönemde…

Bir sorunun çözümünde dönüp dolaşıp aynı yere gelmenin, geçmişte denenmiş ve sonuç vermemiş yöntemleri tekrar denemenin “akıl”la bağdaşır yanı yok.

Açık ki, Irak ve Suriye’ye istikrar ve huzur gelmesi Kürt meselesinin çözümünü de kolaylaştıracak ve oralarda savaş sürdükçe burada zaten kanamakta olan yaramızı isteyen deşip durabilecek.

Buna karşın, Halep’in kontrolünün Şam yönetimine geçmesi ile Suriye’de savaşın sona erebileceği ihtimali hiç de memnuniyet yaratmış gibi değil. Nusra gibi, kimisi doğrudan El Kaide uzantısı olan “muhaliflerin” katliamlarından, Halep’ten ayrılmaya çalışan sivilleri katletmelerinden söz etmeyen Batı ve bizim iktidar çevreleri, rejimin katliamlarını anlatıyor.

Kuşkusuz, Esad sütten çıkmış ak kaşık değil ve onun Suriye’sinde hüküm süren de bir dikta rejimiydi. Mesele şu ki, bölgenin başka dikta rejimleriyle kol kola girip onu devirmeye çalışmak ya da bir zamanlar onunla da kol kola girmiş olmak, Esad karşıtlığını bir diktatöre, zalime karşı tavır saymayı sıfırlıyor.

Suriye muhalifleri, gerek Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi devletlerin desteğini yitirmeleri gerekse de IŞİD’den farklı olarak kendi aralarında bir birlik oluşturamamış olmaları nedeniyle kaybediyorlar.

Esad’ın Halep’teki “zafer”i ise, asıl olarak Rusya ve İran’ın bölgenin muzafferleri olarak öne çıkmaları anlamına geliyor. Oluşmakta olan yeni dengede, Türkiye dolaylı olarak stratejik ortağı NATO üyesi ABD ile çatışırken, Rusya ile yakınlaşarak kendisine yer edinmeye çalışıyor.

Şam’da namaz çoktan unutuldu, şimdi Halep’te ateşkese katkıda bulunmakla övünülüyor. Rusya üzerinden Esad’la, doğrudan da muhaliflerle görüşebiliyor olmak en önemli kozu oldu AKP iktidarının.

Taraflarla konuşabilmek… Bütün taraflarla konuşabilmek, Suriye şu son kaosun içine düşmeden de Türkiye’nin bölgedeki en önemli gücüydü. O gücü elinin tersiyle itip, Esad’ı devirme peşinde koştuktan sonra, şimdi dönüp dolaşıp aynı yere gelmek, üstelik eskisinden çok daha güçsüz olarak, başarı diye satılmaya çalışılacak.

Ne yazık ki, Halep’teki son durum da savaşın sonu değil. Esad çıkartıldığı Halep’e geri dönerken, IŞİD de Palmira’ya geri döndü. Hem kimi Batı medyasında hem de bizde, bu “geri dönüş”lerin kavramlaştırılması da “ilginç.Esad’ın Halep’e dönüşüne “Halep düştü” derken, IŞİD’in Palmira’ya dönüşüne “IŞİD Palmira’yı geri aldı” denilebiliyor!

Savaş dilimizde de sürerken, Suriye’de suların durulması için daha çok zaman gerekecek.

Bu arada, keşke aynı meselelerin çözümü için dönüp dolaşıp aynı yere gelmekten, çözüm olmamış aynı yöntemleri tekrar etmekten vazgeçebilsek. Keşke, dilimizi değiştirmeden yıllardır akan kanı durduramayacağımızı kavrayabilsek.

Not: Meslekte ağabeyim, akademide 60 yaşında mastera başlayarak öğrencim olan gazeteciliğe ve öğrenmeye tutkun Recep Güvelioğlu'nu kaybetmiş olmanın üzüntüsünü yaşıyor. Yakınlarına baş sağlığı ve sabır diliyorum.