Hüseyin’in son cümlesiyle masada bir kahkaha koparken Niyazi kadehinden bir yudum alıp zoraki bir gülümsemeyle arkadaşlarına bakındı. Kahkahalar henüz dinmemişti ki Selçuk ayağa kalkıp kadehi masaya doğru uzattı, “Bir anı da benden,” deyip anlatmaya başladı.

Duvardaki gülümsemeler
Görsel: Mustafa Cüstan

Erdal Güney - Yazar, Müzisyen. 

Öğrenci yurdunun etüt odalarında dirsek çürütmüş, yatakhanelerinde küçük hayatlar paylaşmış arkadaşlar, yıllar sonra buluşmuşlardı. Aradan geçen zaman her birini başka şehirlere, başka hayatlara taşımış, kimi göbekli, kerli ferli olmuş kimi çoluk çocuğa karışmıştı. Hasbıhal edip anı tazeleme önerisi Niyazi’den gelmişti. Buluşmaya gelenler coşkuyla kucaklaşıyor, yüzlerde dinmek bilmeyen bir gülümseme sağanağı yaşanıyordu. Beyaz örtülü uzun masanın üzeri öğrencilik yıllarının öcünü alırcasına rengârenk lezzet denizi ile donatılmış, 100’lükler masanın iki ucuna güvenli limanlar olarak yerleştirilmişti.  

Niyazi gırtlağını temizleyip ayağa kalkınca masa sessizleşti. Kadehini uzatıp bir yudum aldıktan sonra konuşmaya başladı. Geçen yıllara rağmen arkadaşlığın, dostluğun kıymetine değindi. Gülmenin de hüznün de hafızanın kokusu olduğundan dem vurup acısıyla tatlısıyla o yılları yâd etti. Her yılın sonbaharında buluşmak üzere söz aldı masadan. Konuşmasının sonuna doğru sesinde hüzne çalan bir ton belirdi. “Arkadaşlar, Tarhan Abi…” diye söze başladığında masadan gülüşmeler eşliğinde çoğalan rabarba, lafını ağzına tıkadı. Öylece kalakaldı Niyazi. Hüseyin gülerek bir anda ayağa kalkıp, “Beyler bunu size anlatmam lazım!” deyince mecburen yerine oturdu. Hüseyin kendini bildi bileli bir şey anlatırken yazıyormuş gibi anlatır, yazı diliyle konuşurdu. Bazen dedikleri anlaşılmasa da renkli gelirdi dinleyene. 

"Deniz Gezmiş ölümsüzdür! Deniz Gezmiş ölümsüzdür!” Telefon… Tarhan Abi’nin katlardaki cızırtılı hoparlörden duyulan anonsuyla bizim odanınki de dahil katlardaki kapılar art arda koridora açıldı. Yüzlerdeki muzip gülümsemeler soğuk savaş mimarisinden kalma duvarlara çarpıp sessiz kahkahalara dönüşüyordu. Üçüncü blokta anonsu duyanlar odalarından çıkıp bloğun kapısındaki danışmadan geçerken Tarhan Abi’ye bakış atıyor, ardından bahçeye dağılıyorlardı. İkinci kattaki mimarlıktan Erol, hukuk Taner’den jeton alıp yurdun ana giriş kapısına yöneldiğinde, gülümsemeli bekleyiş başladı. Çok geçmeden Tarhan Abi’nin yeni anonsu duyuldu. ‘Mahir, Hüseyin, Ulaş, Kurtuluş, Savaş… Ana giriş kapısındaki danışmada bekleniyorsunuz, danışmada bekleniyorsunuz.’ Koridor duvarlarına çarpan muzip gülümsemeler açık havada özgürleşip bu kez gökyüzüne yükselen sesli kahkahalara dönüşüyordu. Tarhan Abi bahçedeki şamatayı fark edip danışmadan dışarı çıktı. ‘Gençler hayırdır böyle! Keyfiniz gıcır anlaşılan… Hüseyin! Kim oğlum bu çocuklar, soy isimleri de yok. Yeni kayıt mı? Haber edin de ana kapıya gitsinler, danışmadan bekleniyorlar.’ İşte o Hüseyin, benim beyler.”  

Hüseyin’in son cümlesiyle masada bir kahkaha koparken Niyazi kadehinden bir yudum alıp zoraki bir gülümsemeyle arkadaşlarına bakındı. Kahkahalar henüz dinmemişti ki Selçuk ayağa kalkıp kadehi masaya doğru uzattı, “Bir anı da benden,” deyip anlatmaya başladı. “Üniversitenin giriş kapısındaki kontrol noktasında her sabah aranıyorduk. Çantalar açılıyor, kitaplara ve yüzlere dikkatlice bakılıyordu. Resmî olanlar ara ara kenarda öylesine dikilen sivillerin bakışıyla, karakola dönüştürülmüş küçük tarihî odaya çekiyordu bazılarımızı. Onlardan biri de bendim. Marx’ın bir kitabıydı hatırladığım. Resmîlere iktisat okuduğumu öğrenci kimliğim kanıtlıyordu da ‘Ders için bu kitap, hoca okuyun dedi’ açıklamam ikna edici olmuyordu bir türlü. Kitabı biraz karıştırıp beni bırakmadan önce, ‘Bak bu işler böyle olmaz, okuma bunları, karıştırırsın kafanı, sonra böyle olmasına biz de üzülüyoruz, dikkat et!’ uyarıları odanın içinde sessiz sessiz nakşediliyordu.  

O andan sonra uzun süre arkama taktığım bir siville dolaştım. O sivil herkes olabilmekteydi. Simitçi, otobüsteki şapkalı donuk yüzlü adam, hatta yurdun karşısındaki büfeyi işleten Osman... Bazen de Beyazıt’tan Aksaray’a, Laleli’de yürüyen kalabalığın yarısı. Yaşı ilerlemiş, afla gelen yurttaki öğrenciler de o potansiyele dahildi. Akşamın ilerlemiş saatinde yurt odasındaki tek konfor alanı olan yatağa uzanmış bir şeyler okurken Siyasal’dan olduğunu tahmin ettiğim, uzaktan göz aşinalığım olan biri kapıdan kafasını uzatıp içeriyi kontrol eder gibi bakındı. Dört yatağın karşılıklı ve yan yana durduğu, aralarından sırayla geçebildiğimiz kadar dar boşluğun olduğu odayı neden süzdüğünü anlamaya çalışarak doğruldum. Üç oda arkadaşım, lamba ışığından kaçınmak için battaniyelerinin içinde kaybolmuşlardı. Başıyla işaret edip kapının ağzına çağırdı. Elime beş, altı sayfalık bir broşür tutuşturup hızla koridorda uzaklaştı. ‘Özerk… Akademik demokratik… Halk üniversitesi… YÖK…’ Başlığa bakıp sayfaları hızlıca kolaçan etmemle birlikte Laleli’de yürüyen potansiyel sivillerin yarısının bahçeye, yarısının koridora dağılmış olabileceği kaygısıyla olduğum yerde sıçradım, kapıdan kafamı uzatıp koridora bakındım. Kimse yoktu. Hızla karar vermem gerekiyordu. İlk aklıma geleni yaptım. ‘İlk akla gelen doğrudur’ sözü o an çalışmadı nedense. Bence o sözü, ‘Panik halde ilk akla gelen hariç,’ diye düzeltmek gerekir. Uzun koridorda sessizce yürüdüm. Buruşturup yırtmaya çalıştığım broşürü ucundan yakıp, ağzına kadar dolu büyük çöp tenekesine attım. Ardıma bakmadan hızla odaya döndüm. Erkek yurdu olunca işler akışına bırakılıyordu. ‘Aman canım sen de, yaparız, değiştiririz, temizleriz, bakarız,’ yaklaşımındaki kamusal sorumluluğun çöp tenekelerini gecikmeli boşaltacağını unutmamam gerekirdi. Yaktığım broşür çöp tenekesindeki kâğıtları, kâğıtların altında kalan parçalanmış plastik dosyaları da yanına katıp alevli bir boyuta sıçrayınca koridoru bir anda duman kapladı. Kendine bile hayrı olmayan, tepede asılı ampullerden yayılan cılız sarı ışık, duvarlarda boydan boya uzanan gri boya ve dumanın füme, külrengiyle kesif kokusu birleşince ortalık siyah beyaz film setine döndü. Dersin ki Bergman sinematografisi bizim koridorda kol geziyor! Koridor boyunca sıralanmış onlarca odanın kapısı açıldıkça etrafa dağılan duman sanki hacimleniyor, oradan oraya dolaşıyordu. Kapılarını açıp koridora çıkanlar, telaşlı bağırışlar, panik halde koşuşturmalar çöp tenekesindeki alevi büyüttükçe büyütüyordu. Biz erkek çocukları işte; kendimiz dışında her şeyi büyütürüz. Benim yüzümden o gün telefon açıp on bloklu yurdun önüne itfaiye konvoyunu yığan Tarhan Abi’ydi…”  

Selçuk’un konuşmasının ardından tekrar kahkahalar yükseldi masadan. Tarhan Abi’nin haftada üç gün gece nöbeti olurdu bizim blokta. Sessiz sakin, ebeveyn tedirginliği üzerine çökmüş biriydi. Her koridor dolaşmasında etüt odalarının kapısını açıp, “Çalışın, çalışın çocuklar, okumaktan gayrı çareniz yok,” derdi. Geç saatlere kadar ders çalışanlara danışma odasındaki elektrikli ısıtıcıda yaptığı haşlama çaydan ve evden getirdiği çöreklerden ikram ederdi. Bizim ondan değil de, onun bizden çekmişliği bir değil on değildi. 

Niyazi, gülüşmelerin sona ermesiyle ayağa kalktı. “Beyler neşemizi bozmak istemem ama laf ağzımda yarım kalmıştı. Tarhan Abi’nin küçük oğlan geldi geçenlerde büroya. Bir yıldır hastalıkla boğuşuyormuş. Üç ay olmuş toprağa verileli…”  

Ortalığa derin bir sessizlik çöktü. Atılan kahkahaların mahcubiyeti yüzlerden okunuyordu. Yıllar öncesinde yurt koridorunun duvarlarına çarpan muzip gülümsemeler yerini buruk bir acıya bırakmış, güvenli limandan çıkarıp dalgalı denizin ortasına fırlatmıştı masadakileri. Niyazi’nin sözleriyle bozuldu sessizlik. “Şimdi ayağa kalkalım. Buluttaki yağmur damlaları gibi anılarını üzerimize serpiştirip gidenlere saygımızı sunalım; sevgileri gülüşlerimizde saklı kalsın…”