Elbette John Brown’dan yanayım

1857 yılında vermiş olduğu Dred Scott kararı (Dred Scott v.Sanford, Yüksek Mahkeme’nin tarihindeki en gerici, en ırkçı, en yüz kızartıcı hükümdür. İç savaşa uzanan yolda da önemli bir kilometre taşıdır, Siyahların şiddete başvurmaksızın hukuk düzeni içinde mücadele ederek haklar talep elde edebileceğini düşünen liberaller, ılımlılar bu karardan sonra düşüncelerini gözden geçirme gereğini duymuşlardı.

Yüksek mahkeme oy çokluğuyla ( ikiye karşı yedi ) verdiği bu kararda Dred Scott adlı davacının siyah ve köle olduğu için Amerikan vatandaşı sayılamayacağını, dava açma hakkı bulunmadığına hükmetmişti. Dred Scott (ve onun durumundaki binlerce siyah) hukuk öznesi sayılmıyor, yürürlükteki hukukun dışına atılıyordu.

Mahkeme, kölelerin insanlığını, Hannah Arendt’in deyişiyle onların “haklara sahip olma hakkı”nı tanımıyordu. Her türlü hukuki güvenceyi, korunmayı üzerlerinden alıyor,” çıplak bir hayat” olarak bedenlerini şiddete açıyordu. Siyahlar üzerindeki şiddeti onaylamanın ötesinde, bizatihi şiddet içeriyordu.Walter Benjamin’in hukuk düzenindeki şiddete dair savlarını doğrulayan bir karardır bu. Dred Scott mahkeme salonunun kapısı önüne konuluyordu. Daha doğrusu, yürürlükteki hukukun dışına atılıyordu. Kararda iki vurgulama daha yapılıyordu. Yüksek Mahkeme, Amerikan vatandaşlarının mallarını korumanın Anayasa’nın asli amacı olduğunu belirtiyor, böylelikle, köleleri sahiplerince kırılıp dökülebilir birer eşya gibi gördüğünü açıklamış oluyordu. Ayrıca, Kongrenin köleliği yasaklama yetkisinin bulunmadığını da ekliyordu. belirtiyordu.

Dred Scott kararından iki yıl sonra, 1859 Ekim’inde, John Brown köleliğin ilgası için silahlandı.Hukuk öznesi olarak dahi kabul edilmeyen, bütünüyle hayatın dışına atılan, insanlıkları tanınmayan siyahları özgürleştirmek için oluşturduğu küçük ordusuyla harekete geçti. Aralarında kaçak kölelerin de bulunduğu yirmi-yirmi beş kişilik bir grupla (Batı Virginia ) Harpers Ferry kasabasındaki federal cephaneliğe saldırdı. Köleliğe karşı genel silahlı ayaklanmayı ateşlemek istiyordu.

John Brown silahlı mücadeleye 1850’de özgür eyaletlere sığınan kaçak kölelere bu eyaletlerde yardım etmeyi, onları saklamayı cezalandıran Kaçak Köle Kanunu’nun çıkması üzerine karar vermişti. Silahlı mücadele konusundaki düşünceleri sır değildi. Dahası, Harpers Ferry saldırısı onun ilk silahlı eylemi de değildi. Bundan üç yıl önce Kansas’da bir saldırı düzenlemişti.

Harpers Ferry saldırısı destek de buldu. Destekleyenler arasında New England’daki kölelik karşıtı örgütler, bu örgütlerde etkin olan Aşkıncılar da bulunuyordu. Daha önce köleliğe karşı mücadelede pasifist yöntemleri savunan bu insanların şimdi Brown’a verdiği destekte kuşkusuz Yüksek Mahkeme’nin siyahlar üzerindeki tahakkümü onaylayan kararının da etkisi vardı.Thoreau Boston’daki konferanslarında Brown’a açık desteğini dile getirdi.

John Brown’ın silahlı ayaklanması siyasal bir protesto olmanın yanı sıra kültürel bir olaydır da. Thoreau’nun deyişiyle “Etik dünyaya ekilmiş güzel bir tohumdu” İç savaştan önce ekilen bu tohumun meyve vermesi de kaçınılmazdı. Ölümüyle Amerikan halkına onurlu bir hayatın nasıl yaşanacağını göstermişti.

Thoreau sürdürüyor, “O içinde yaşamakta olduğumuz karanlıkta aniden parıldayan bir meteor. Böylesine mucizevi bir şey tarihimizde hiç olmamıştı.” Thoreau, John Brown’ı püriten devrimci geleneğin içinde görür. Devrimci ataları gibi eşitlik ilkesine ölümüne bağlıdır ; bedenini ateşe atacak, idam sehpasına çıkacak kadar bağlıdır bu ilkeye.

John Brown “ Siz köle sahipleri Tanrıya ve insanlığa karşı suç işliyorsunuz. Esaret altında tuttuğunuz insanların özgürlüklerine kavuşabilmeleri için size engel olmak bütünüyle haklı bir eylem” demişti. Thoreau bu sözlerden kalkarak O’nun adalet için ayaklanmış silahlı bir peygamber olduğunu belirtiyor. Tanrının nazarında en az köle sahipleri kadar değerli olan, en az onlar kadar özgürlüğü hak eden insanlara derin sempati duyan, onların özgürleşmelerine yardımcı olabilmek için vaazı değil, silahlı eylemi seçmiş olan bir peygamber. Thoreau, “On sekiz yüzyıl önce İsa çarmıha gerilmişti, bu sabah Kaptan Brown asıldı. Bundan böyle O bir ışık meleği” sözleriyle yüceltmişti O’nu.

John Brown için kölelik etik açıdan onaylanamaz bir kurumdu. Köleliğin bulunduğu bir dünyada yaşamayı kabullenemiyordu. Bir anlamda başaramadı ve asıldı. Bir başka anlamda ise çok başarılı oldu. İç savaşa giden yolun taşlarını döşedi, kölelik karşıtı harekete ivme kazandırdı. Radikal toplumsal dönüşümler için gerekli olan gerilim ve çatışma atmosferini yoğunlaştırdı. Devrimci şiddetin kimi zaman kaçınılmaz olduğunu gösterdi.

Tarihin o kritik anında, insanlığı inkar edilen siyahların özgürleşebilmeleri için Gandhi gibi değil, John Brown gibi davranmak gerekiyordu. Kimi kez, Gandhi gibi davranmakta ısrar etmek etkisiz kalmanın ötesinde, politik konformizmin ve uzlaşmacılığın en sefil, en pespaye tarzı da olabilir.

IWW ( Dünyanın Endüstri İşçileri ) örgütünün kurucularından, işçi sınıfının savaşçısı Eugene V. Debs’in sözlerini anmadan bitirmek istemiyorum: “Tarihte John Brown’inkiyle kıyaslanabilecek soylulukta bir kahramanlık, onunkiyle boy ölçüşebilecek yücelikte bir kendini feda etme eylemi hatırlamıyorum. Ücretli köleliğe karşı mücadelede de bir John Brown’a ihtiyacımız var.”