Canon bir marka değildir yalnızca. Kelimenin önemli anlamları vardır. İlk önce kilisenin yasaları anlamına gelir, sonra kabul edilmiş

Canon bir marka değildir yalnızca. Kelimenin önemli anlamları vardır. İlk önce kilisenin yasaları anlamına gelir, sonra kabul edilmiş prensipler, kriterler, Hıristiyan azizleri, kilisenin tanıdığı İncil versiyonları, din adamı anlamı vardır. Bunlara ek olarak müzikte de özel kullanımı var. Ama gelin görün ki Aydınlanma ile birlikte kanon terimi de laikleşmiş ve başka anlamlar kazanmıştır. Örneğin edebi kanonlarımız vardır, bir kanon olabilecek denli önemli yazarlar ve önemli eserler vardır.
İnsanlar yaşamları boyunca yalnızca belirli türde kitapları okumazlar ya da filmleri seyretmezler, örneğin yalnızca önemli buldukları eserlerle ilgilenmezler. Yalnızca insanlığın en önemli eserleri listesinden bahsetmiyorum. Yani örneğin kendilerince anlam ve önem atfettikleri eserlerle ilgilenmezler. Üstelik modern dönemde önemli eserlerle insanların hayatları boyunca tebelleş oldukları eserler arasındaki farklar giderek büyümüştür. İster popüler kültür diyelim, ister bilinçli ya da bilinçsiz girdiğimiz ilişkiler, sosyal ortam diyelim, bütün bu süreçlerde neredeyse bize anlamsız gelen bir dizi eserler karşılaşır, bir sürü anlamsız ilişkiye gireriz. Eğer bir toplum, kendi ideallerini kaybetmişse, piyasa doğru düzgün işliyorsa, kimse kendisini toplumun ya da vicdanının önünde hesap vermek zorunda hissetmiyorsa, her şey tutanın elinde kalıyorsa, o toplumlarda idealle insanın edimleri arasındaki fark inanılmaz büyür. Bir tür hipokrisi ya da ikiyüzlülük toplumun genel özellikleri haline gelir. Özellikle post-modernizmin batılı dünyada egemen hale gelmesinden sonra, insanlar için “ben neysem oyum, o da yeter bana” demek, insanın en sıradan ve bayağı şeylerden zevk alması ve üstelik bunları gurur diyerek dile getirmesi, bir tür insanın sıradanlaşması diyelim, bir süreç olarak egemen hale gelmiştir. Terry Eagleton Kuramdan Sonra kitabında bu sürecin akademik ilgide ve yazılı literatürde ne kadar bir ciddi evrim geçirdiğini anlatır. Neredeyse dünya genelinde insanlık kendi kanonlarını kaybetti, değerlerini yitirdi, insanlık bir tür çöp toplayıcılıkla yaşamaya başladı, hatta denilebilir ki kültür biraz da çöpe dönüştü.
Sinema eleştirisi de bir tür çöpten ürünler üzerine tuhaf bir söyleme bürünmüş durumda. Açıkça biliyorum ki sinema yazarlarının çoğu sinema tarihinin kanonlarını ne okur ne de seyreder. Giderek sıradan mesleğe dönüşen sinema eleştirmenliği ne çıkarsa bahtıma misali hangi film gösterime giriyorsa, o abeslikte sıradan ve hemen unutulmaya yüz tutmuş yazılar türetme biçimine dönüşüyor. Hal böyle olunca “cut copy paste” denilen, bir tür sahtecilik de genel bir özellik haline gelmiş durumda. Ama bunun dışında insanlar inanılmaz uslamlamalar yapıyorlar. Yıllar önce hatırlıyorum, Ali Hakan, Mehmet Açar ve Alin Taşçıyan her hafta o haftanın filmlerini konuşuyorlar televizyonda. Çoğunlukla Hollywood filmleri girdiği için, onlar üzerine konuşuyorlar. Scary Movie denilen serinin bir örneği gelmişti: Taşçıyan “ben o kadar da korkmadım” diye söze başlamıştı. Gerçek şu ki insanın televizyona çıkıp, hiçbir estetik, eleştirel ve sosyolojik disipline dayanmadan, filmler hakkında ileri geri konuşması, en sıradan ve en bayağı ürünler hakkında konuşması, mesleğin yeterince sahip olması gereken saygınlıktan uzaklaştırıyor. Sinema eleştirmenliği Nuri Bilge’nin deyimiyle “gurmelik olmadığı” için, insanın ait olduğu felsefi ve ideolojik disiplin hangi filmleri seyredeceğine, onlara nasıl yaklaşımlar getireceğine dair bir kimlik kazandırıyor. Ama bunlar belirsizleştikçe muhabbetin kendisi de eleştirinin kendisi de sıradanlaşıyor, ucuzluyor. Bugünkü sinema yazarlarının çoğu için sinema tarihi Taksi Şoförü’yle başlar. Kill Bill ya da Avatar ile noktalanır. Yine aynı kesim oy birliğiyle muhtemelen sinema tarihimizin bir kanonuna dönüşmesi gereken Üç Maymun’da aynı bakış açısıyla “Altın Bamya” ödülüne layık görür. Gerçek şu ki hezeyanlı ve kendimize pek bayağı meşgaleler bulmuş bir toplumuz, Kenan Paşa’nın ülkemize layık gördüğü futbol hastalığına, bugün Evren’in açık mağdurları da aralarında olmak üzere pek çoğumuz tutuldu. Yaşı kırkı aşan erkeklerimizin önemli bir bölümünün hayallerini dijital olarak futbol maçlarını seyretmek oluşturuyor. Yanında birası ve çerezi ve bu işin giderek bir ritüele dönüşmesi pek yaygınlaşmış durumda. İnsanlarımız içinde bir tür vahşet ve öteki doğuştan getirdiğimiz özelliğin yansımaları imaj dünyasında temel üretim alanına dönüşmüş durumda. Hayatımızı dayandırabileceğimiz ilkelerimiz kaybolduktan sonra, anlam arayışımız da değerlerimiz peşi sıra hızla dökülür: geriye iştahlı bir beden kalır, estetik dünyamızın yönetim merkezi beynimiz ise bu bedenin kölesi olur. Geriye de bu pek sıradan ve küstahça eylemleri meşrulaştırmak ve güzelleştirmek kalır.
“Kanon sorununa dönecek olursak: Niçin yalnızca belli tür kitapları okumamız gerekiyor? Onları okumamız gerektiğini söylemiyor kimse, ama ötekileri de niçin okumayalım? Sonuçta, başyapıt listelerini hazırlayanların bayıldıkları o “ıssız ada”ya gönderildiğimiz falan yok. Ve aslına bakılırsa –benim için argümanın püf noktası da budur- hepimiz yaşamımız boyunca farklı türden birçok metin “okuruz”; çünkü kabul etmek istesek de, istemesek de, yaşamımızın büyük bir bölümünü “başyapıtlar”ımızdan kökten farklı bir kitle kültürünün güç alanı içinde geçirir ve kaçınılmaz olarak parçalanmış toplumumuzun değişik kompartımanlarında en azından ikili bir yaşam süreriz. Bundan daha da temelli biçimde parçalı olduğumuzu fark etmemiz gerekir. “Merkezdeki özne”den ve bütünlüklü kişisel kimlikten dem vuran o seraba bağlanmaktansa, parçalanma olgusuyla küresel ölçekte dürüstçe yüzleşmemiz gerekir. Burada hiç olmazsa kültürel yönden girişebileceğimiz bir yüzleşmedir bu.” Diyor Jameson. Hakikaten kültürel olarak sıradanlaşmaya ve sıradanın yüceltilmesine hayatımın hiçbir döneminde günümüzdeki kadar rastlamadım. Üniversitesinden, akademisyeninden, yazarına ve sinemacısına kadar hiç değişmiyor: estetik bir yaşamsal kaygı değil artık, ahlaki ideallerimizden sürüldü, şimdi sinema tartışmalarını okuyunca ya da dinleyince benim aklıma 1980’li yılların başındaki ilk gençlik yıllarımda “herkesin bir arabeskçiye hayran olup, benimki seninkini döver misali tartışma”larını hatırlıyorum.