Haber bülteni falan değil bu, cenaze bülteni... Her gün, her gün... Ve yıllar boyu... Ne kadar

Haber bülteni falan değil bu, cenaze bülteni... Her gün, her gün... Ve yıllar boyu...
Ne kadar çok gözyaşı varmış bu ülkede!.. Akar akar bitmez...
Ve ne kadar çok kan!.. Gözyaşından da fazla...
Hiçbir şeyi değiştiremediğimiz için, haber bültenlerimiz de değişmiyor.
Ateşin düştüğü yerde değilseniz, hep bilinen eski bir filmin tekrarı gibi...
•••
Terörle mücadelede işler sarpa sardığında öne çıkan “öteki faktörler” arasında “sorumsuz medya”nın rolü ayrı...
Ne medya suçlusu olan bitenlerin, ne de “medya yasakları” ile çözülür terör. Ama bu durum, medyayı sütten çıkmış ak kaşık yapmıyor.
Olaya çoğu kez “ticari” bakan, haberleri “rating düzeyi” ve “reklam getirme potansiyeli” ile ölçen medya, herkesi kendi ekranının ya da gazetesinin başında ürken veya isyan eden müşteriye dönüştürüyor...
•••
“Gazeteler şunu yazmasın”, “televizyonlar bunu göstermesin” listesine benim de bir ekleyeceğim var:
Hani bize hep birbirinin aynı gibi gelen cenaze törenlerinde gözü yaşlı anne ve babaların bir kısmının söylediği o yürek yakan cümle var ya:
- Oğlum feda olsun...
diye başlayan...
Vatanseverlik, cesaret, orduya bağlılık, düşmana inat dolu...
Ve daha birçok duyguyu insanın yüzüne ağır bir tokat gibi indiren...
- Feda olsun... Onun yerine kardeşi... Kardeşi yoksa çocuğu... Yenileri... Herkes, herkes feda olsun...
Gediktepe’de, “Mustafalar ölür Hakanlar gelir. Gerekirse burada taş olurum” diyen Yüzbaşı Hakan...
İşte onun bu sözleri de, Mustafa’nın yakınlarının yitirilmiş bir canın ardından “veda” değil “feda” eden yakarışı da, medyada yer almasın bence.
•••
Genç canları yitirmenin, hatta onları feda etmenin bu kadar kolay ve doğal olduğu izlenimi uyanmasın.
Hayattan daha önemli hiçbir şey olmadığı bilinsin.
Ölüme değil hayata tapılsın.
Onurlu sıfatı “ölüm” kelimesinin değil, “hayat” kelimesinin başına yerleşsin.
Daha iyi ölmeyi değil, daha iyi yaşamayı hedefleyelim artık.
Belki o zaman ölümlerin önüne geçmek için gereken gücü ve aklı kendimizde buluruz.

Clinton’dan geriye hayal kırıklığı kaldı
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Polonya ile eski Sovyet cumhuriyetleri Ukrayna, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ı ziyaret ederek onlara “Rusya ile ilişkileri geliştiriyoruz, ama sizi de unutmuyoruz” mesajını verdi.
Dış politikasını ABD’nin hizmetine sunmuş olan “turuncu iktidar”ın yerine geçen Viktor Yanukoviç’in Rusya ile ilişkileri geliştirmesinden rahatsız olan Washington, Kiev’e zeytin dalı uzattı. Yeni yönetimin rafa kaldırdığı “NATO üyeliği amacını” Clinton bir kez daha gündeme getirmeyi denedi. O bunu yaparken Uluslararası Para Fonu’ndan da Ukrayna’ya 14.9 milyar dolarlık krediyi vermeye hazır olduğu açıklaması geldi. Ancak Clinton’ın insan hakları konusundaki uyarılardan rahatsız olan Kiev, kendisine yönelik “stratejik partner” sözlerini fazla ciddiye almadı.
Turnenin en zor durağı, Washington ile ilişkileri uzun süredir soğuk olan Bakü oldu. Dağlık Karabağ konusunda ABD’yi bir kez daha eleştiren Azerbaycan yönetimi, demokratik haklar konusunda kendisine yönelik baskılara ve Matthew Bryza’nın atanması öncesi ülkesindeki ABD Büyükelçiliği makamının bir yıl boş bırakmasına duyduğu tepkiyi bir kez daha dile getirdi.
Rusya’nın yakın müttefiği olmasına karşın son dönemde ABD ile ilişkilerini geliştirmeye çalışan Ermenistan’da da görüşmeler yeni bir “açılım” getirmedi. Clinton, Erivan’ın tatminsizliğini kısmen gidermek için Soykırım Anıtı’nı ziyaret etti.
Tiflis’te Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanımadığını tekrarlayarak Kremlin’e “Her ne kadar seninle ilişkilerde ‘reset’ (yeniden başlama) süreci yaşıyorsak da, arka bahçen gibi gördüğün bu ülkelere kaygısız kalmayacağız” mesajını veren ABD, diğer taraftan Gürcü lider Mihail Saakaşvili’yi Moskova’ya karşı artık daha dengeli olması yolunda uyardı. Bu arada Amerikan Dışişleri Bakanı’nın, Nino Burcanadze dışındaki iki önemli muhalif liderle, İrakliy Alasaniya ve Georgiy Targamazde ile görüşmesi Tiflis’in huzurunu kaçırdı.
Clinton’un gezisi, ABD’nin son zamanlarda ihmal ettiği bölgeye “yeniden dönüş” vurgusunun ötesinde, iyice güçten düşen Nabucco Projesi için yeni bir atağın alt yapısını hazırlamaya yönelikti. Ayrıca görüşmelerin değişmez gündem maddesi, İran konusunda bu ülkelerin uyarılmasıydı.
Bölge ülkeleri iktidarları açısından ise bu turne, Washington’dan beklenen desteğin yeterince alınamadığı, yer yer hayal kırıklıkları ile dolu temaslar olmaktan ileri gidemedi.

On adımda ‘müthiş gazetecilik’
Birinci adım: ABD ile Rusya arasında yeni bir casusluk krizi çıktığı haberini fark etmek.
İkinci adım: Casusluk krizinin büyük gerginlik yarattığını vurgulamak. “Soğuk Savaş’tan (duruma göre, “İkinci Dünya Savaşı’ndan”, hatta “Birinci Dünya Savaşı’ndan”) bu yana en büyük kriz” tanımını kullanarak “Bana ne ya bunlardan!” diyen vurdumduymaz okurun dikkatini çekmek.
Üçüncü adım: Yazılı ve görsel malzemelerin bolluğunu keşfetmek. Olayı tefrika haline getirmeyi denemek.
Dördüncü adım: On casus ABD’de yakalanırken, on birincinin Güney Kıbrıs’ta yakalanmasının, Rumları sıkıştırmak ve milliyetçi duyguları körüklemek için ne derece işe yarayabileceğini anlamaya çalışmak.
Beşinci adım: Casuslardan birinin (Anna Chapman) mayıs ayında İstanbul’da bulunduğunu öğrenip meseleyi “ulusal sularımızda” ve “kendi yöntemlerimizle” kavrayabileceğimizin heyecanını yaşamak.
Altıncı adım: Kızın Facebook’ta yayınladığı İstanbul fotoğrafları ve kaldığı Les Ottomans Otel üzerinden kısa süren bir dedektif gazetecilik denemesi organize etmek. Gizlice “Kız Türkiye’de kimseyle yatmış mı?” soruştumasına girişmek.
Yedinci adım: Başarısız olmak. Otele gönderilen, ama yeterli randımanı gösteremeyerek “N’apiym abi, haber çıkmıyo” savunmasını yapan muhabire, “Baksana oğlum, İstanbul’a birlikte seyahat ettiği arkadaşı Yana Sladkih, Anna’nın profiline ‘Sarı elbisen ile tüm Türk erkeklerini ateşliyorsun’ diye not düşmüş. Demek ki bi şeyler olmuş!” diyerek fırça atmak.
Sekizinci adım: Sonuçta sadece “Anna Boğaz turu yapmış, Kapalıçarşı'yı, Sultanahmet'i, Yeni Cami'yi, Topkapı Sarayı'nı ve Ortaköy'ü dolaşmış” düzeyinde kalmak. Haberi “sattıracak” yeni unsurlar aramaya girişmek.
Dokuzuncu adım: Anna’ya “90-60-90”, “kızıl casus” ve "femme fatale" (öldürücü kadın) dendiği iddiasına dört elle sarılmak. Kızın güzelliğini ve seksiliğini ballandırarak anlatmak. Bu arada onun şuh baktığı veya bacaklarını gösterdiği fotoğrafları yoğun olarak kullanıp olayı “yavrunuzun sayfası” kıvamına getirerek tiraj almaya gayret etmek.
Onuncu adım: Batı basınından gelen haber ve fotoğraflarla tekrar rahatlayıp şaha kalkarak haberi “Anna’nın yatak odası sırları ortalığa döküldü” boyutuyla enine boyuna sündürmek. Anna’nın eski kocası Alex Chapman ve eski sevgilisi Charlie Hutchinson’ın gazetelere anlattıklarını, Anna’nın göğüsleri açık fotoğrafları eşliğinde yayımlamak. Özellikle “İç çamaşırı giymemişti” ve “Seks yaparken Rusça konuşuyordu” satırlarını başlıktan vermek.
(Soru: Şimdi içimizden kaçı ilk adımları hatırlıyor?..)