Futbolla ilişki düzeyim, erkekler dünyasındaki ortalamanın altında değil; hatta biraz üzerinde bile diyebilirim. Uzun yıllar sahanın içinde oldum; “yeşil çimler”de koşturmak pek nasip olmadı...

Futbolla ilişki düzeyim, erkekler dünyasındaki ortalamanın altında değil; hatta biraz üzerinde bile diyebilirim. Uzun yıllar sahanın içinde oldum; “yeşil çimler”de koşturmak pek nasip olmadı, ama “kahverengi zemin”i epey çiğnedim. Sahanın dışında olduğum bütün zamanlarda da, futbol benim içimdeydi; hâlâ da öyle. Takım tutma konusunda, Tanıl dostumun ifadesiyle, gerçek bir poligam sayılırım. Fiziksel ve/veya duygusal bağımın olduğu muhtelif memleketlerin takımlarını elimden geldiğince takip ederim. Amatör kümeden, profesyonel liglerin her kademesine dağılmıştır benim takımlarım.

Hayır, hayır; bu bir futbol yazısı değil. Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan hareketle başka konularda birkaç söz dökmektir asıl niyetim. Ama futbol, herhangi bir vesileyle işin içine girince, memleketin hemen hemen bütün erkekleri gibi, ben de tutamadım kendimi, saçılmaya başladım.

Biliyorsunuz, iki ülkede, Avusturya ve İsviçre’de oynanıyor Euro 2008. Şampiyonanın başlamasından birkaç gün önce Avusturya’daydım; açılıştan bir gün önce de döndüm.

Daha önce sadece içinden geçmiştim Avusturya’nın; yani ilk kez gittim sayılır. Buna rağmen, bende özel yeri olan bir ülkedir Avusturya. Aslında bir “ülke”den çok, bir “kavram” olarak cezp etmiştir beni. Avusturya, beni en çok etkileyen edebiyatın kavramıdır. En sevdiğim yazarları sıralamayı kalkarsam, “top on”un en az yarısını Avusturyalı olanlar veya bir şekilde oraya ait sayılanlar dolduracaktır.

Bunlar arasında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde yaşamış ve yazmış olanların imtiyazlı bir yeri olduğunu hemen söyleyeyim. Bu grubun başına Robert Musil ve Stefan Zweig’ı koyuyorum; diğerlerinin adlarını, bir sıralama yapma kaygısı taşımadan zikretmekle yetiniyorum: Arthur Schnitzler, Hermann Broch, Joseph Roth, Ödön von Horvath…

Bu yazarları; yalnız Avusturya’yı değil, Türkiye’yi de anlama konusunda değerli bir kaynak olarak görmüşümdür. Ayrıntılar bir kenara, her iki ülkenin birer “cihan imparatorluğu”nun bakiyesi olmalarını hatırlamak bile, aralarında yapısal benzerlikler olduğunu sezmek için yeterlidir.

Bir de, çöküş sürecini bir çocuk olarak yaşamış, ama etkisini hep içinde taşımış ve eserlerine yansıtmış olan çok müstesna bir isim var: Elias Canetti.

Ve benim en sevgili yazarım Ingeborg Bachmann var. Çöküşten sonra, yani “yeni Avusturya’da doğdu Bachmann. O dönemi doğrudan anlatmadı belki; ama bireysel ve toplumsal hayatlarda çözülmenin, çöküşün ve “yeni”nin anlamını didikleyerek geçirdi ömrünü.

Avrupa Şampiyonası maçlarının oynandığı şehirlerden biri Klagenfurt’tur. Bu isim dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Şeref tribününün hizasında, en altta, saha ile tribünün kesiştiği yere yerleştirilmiştir şehir isimlerinin tabelaları.

Klagenfurt, Musil ve Bachmann’ın memleketidir. Bu şehirde oynanan maçları izlerken, gözüm hep o isim levhasındadır.

Musil, muhteşem eseri “Niteliksiz Adam”da, gerçeklikle bağını yitirmiş bir karakter üzerinden İmparatorluğun siyasal ve toplumsal hayatının en ince damarlarında gezinir. Bu kitabı okurken, dünün ve bugünün Türkiye’si canlanıveriyor zihnimde. Mesela İmparatorluk için yaptığı şu tespite bakın: “... bu devletin ruhu, irade dışı bir mutlakıyetçilik olarak adlandırılabilir; çünkü bu devlet, nasıl yapılacağını bilseydi, aslında demokratik davranmayı isterdi.”

Futbolla başladık, futbolla devam edelim. Türkiye’deki konuşma ve tartışma ortamı, Tufan dostumun pek güzel belirttiği gibi, tribünlerimizdeki uğultuya benziyor. Amaç başkalarının sesini bastırmak olsun olmasın, herkes sesini alabildiğine yükseltme çabasında. Ve böylece herkes, kendisininki dahil bütün seslerin boğulmasına katkı yapıyor. Arada en iyi duyulan şey ise, koro halindeki destek veya küfür tezahüratı oluyor. Ve bu tuhaf, bu kaygı verici atmosfer, çözümsüzlük duygusunun yaygınlaşmasına yol açıyor. Bu tezahüratlar, bu bağırış çağırış, sanki kendiliğinden  tek bir slogana dönüşüyor  “Burdan çıkış yok!”

Kim ki bu iki fanatik taraftar grubundan farklı, “yeni” bir şey söylemek ister, her iki grubun birden küfürlerine maruz kalıyor. Oysa çıkış “yeni bir dil”dedir; yeni bir dünya, yeni bir Türkiye isteyenlerin, bu yeni dil  için emek harcamaktan başka çareleri yok.

Nasıl mı yaratılacak bu yeni dil? Bachmann’ı okuyun, eksiksiz bir reçete değilse bile, epeyce ilham bulacağınız kesin. “Otuzuncu Yaş” öyküsünden bir bölümün servisi benden:

“Neden yalnızca bir, iki sistem egemenliği ele geçirdi? Alışkanlıklara bu kadar sıkıca tutunuyoruz da onun için. Yasa levhaları, buyrultu levhaları olmaksızın düşünmekten korkuyoruz. İnsanlar özgürlüğü sevmiyor. Özgürlük nerede boy göstermişse, insanlar onunla bozuşmuştur.

Ben, kendim de binlerce kez ihanet etmek zorunda kaldığım özgürlüğü seviyorum. Bu aşağılık dünya, özgürlüğün sürekli aşağılanışının bir ürünüdür.

Benim anlatmak istediğim özgürlük: Tanrı hiçbir bakımdan belirlemeyip, nasıl olacağı konusunda hiçbir saptamada bulunmadığı için, bu dünyayı bir kez daha yeniden kurup düzenleme iznidir. Bütün biçimleri, ama ötekilerin çözülüp dağılması için özellikle ahlâksal nitelikte olanları çözüp dağıtmak. Bütün savaşların nedenlerini yoketmek amacıyla her inancı, her inanç biçimini yoketmek. Eskiden bize aktarılagelmiş her türlü görüş ve durumdan yüz çevirmek, devletlerden kiliselerden, örgütlerden, güç sağlayan araç ve gereçlerden, paradan, silahlardan, eğitimden el çekmek.

Büyük grev: Eski dünyanın birden devinimsiz kalışı. Bu eski dünya hesabına çalışma ve düşünmelerden yüz çeviriş. Anarşi değil, yeniden inşa uğruna tarihe yol veriş.

Önyargılar, ırklar üzerine önyargılar, sınıflar üzerine önyargılar, dinsel önyargılar ve bütün diğer önyargılar öğretme ve öğrenmelerle silinip gitse bile yine bir yüzkarası olarak kalır. Haksızlığın ve baskının yokedilmesi, sertliklerin yumuşatılması, bir durumun düzeltilmesi yine de bir zamanki rezaleti sımsıkı barındırır sinesinde. Yüzkarası durum, varlıklarını sürdüren sözcüklerle sürdürür yaşamını, böylece her vakit yeniden sesini duyurabilir.

Yeni bir dil olmadan yeni bir dünya yaratılamaz.”