Ben futbolu seviyorum. Üstellik de taraftarım. Altı yaşımda seçtiğim Fenerbahçe'nin maçlarını bugün de seyrederken heyecanlanıyorum,....

Ben futbolu seviyorum. Üstellik de taraftarım. Altı yaşımda seçtiğim Fenerbahçe'nin maçlarını bugün de seyrederken heyecanlanıyorum, ortamım uygunsa formayla seyrediyor, hatta oyunun kilitlendiği dakikalarda takımımın birbirinden farklı bir formasını çıkartıp öbürünü giyerek takımı ateşlemeye bile çalışıyorum. Bunu iyi bulmayan arkadaşlarımın sayısı, takdir edenlerden daha fazla. Böyle baktığım zaman, arkadaş çevremin bana huzur verdiğini söylemem biraz zor. Yine de, futbolu sevmenin, taraftar olmanın eni konu "meşruiyet" kazandığı bir ortam bu.

Birçok benzerim gibi bunu saklamak zorunda kaldığım bir hayatım da olmuştu, halbuki. Öğrencilik yıllarımda, üstelik fakültenin futbol takımında oynuyorken (bunu herkes biliyordu), hatta Konya'da amatör kümede bir takımda oynuyor ve her hafta sonu Konya'ya veya maçımızın olduğu ilçelerinden birine giderken bile (bunu sadece meraklıları biliyordu), futbolla olan bağım, "siyasi çevrem" açısından ne kadar az bilinse o kadar iyi bir şeydi.

Uzun bir süreden beri ayağım topa, eve dönerken apartmanın önünde -çok şükür- oynayan çocukların arasında ortada sıçan olursam değiyor. Çok gülüyorlar bana. Çocukları çok güldürüyorum. Ama akşam televizyonun karşısında, Lugano'nun kademesine giriyor, kaptığım topu sola doğru Aurelio'ya çıkarttıktan sonra "çııık! çııık" diye defansı toparlıyorum. Soldan sayısız bindirmeler yapıyorum, ön direğe arka direğe çok güzel toplar kesiyorum. Bir sürü şey daha... Ama hepsi bu kadar.

Futbolu sevdikçe yalnızlaşıyorum. Futbolu benim gibi seven, bir kısmı yazar bir çevrem bile bu yalnızlığımızı gidermeye yetmiyor. En son, arkadaşım ve Beşiktaş'ın gönlümdeki Başkanı İbrahim Altınsay'ın 18 Ekim 2007 tarihli o enfes yazısı bile, "biz sizin bildiğiniz futboliklerden değiliz"i hatırlattı bana. Zaten bundan başka yapacağımız bir şey de yok galiba. Fırsat buldukça kafamızı uzatıp, "biz sizin gibi değiliz" deme ihtiyacı duyuyoruz. Bir gün kafamızın ortasına bir kalas inene kadar...

Yeni anlamadım bunu tabii ki, ama futbolun "daha başka" olabileceğine dair hiçbir umudum yok. Ümitsiz bir aşksa, tam da öyle bir şey işte. Futbolun sadece 22 kişi ve dört hakemle oynanan bir oyundan ibaret olmadığını da çoktan biliyoruz. Yine de yeşil çimler üzerindeki mücadelenin payı, bu kadar küçül-memeliydi.

Maç sonunda rakip takımın topçularını bırakın tebrik etmeyi, arkasından kovalayan topçular, rakip oyuncuya tekme atan, hakemin odasını yumruklayan hocalar, "aldın mı" işaretini yapan takım kaptanı, yabancı milli marşı dinlemeye tahammülsüz seyirci, bu ülkenin yoksul gençlerinin ölü bedenleri üzerinden takımı ateşlemeye çalışan medya... Bu liste daha da uzatılabilir. Futbolda bunların olmadığı, ya da en azından hâkim olmadığı yerler var ama bu ülke onlardan değil.

Taziye, yas, ölüye saygı; bütün bunlar her toplumda farklı özellikleri olsa da ortak duygular üzerinde yükselen davranışlardır. İnsanoğlunun yardımlaşmacı, dayanışmacı yanını gösterir. Ne kadar gelişkinse, o kadar! Bunu bir gösteriye çevirmek, ölüye saygısızlıktır. Hele yardım dediğiniz şey, bir kampanya bile olsa, gizliliği sever. Orta yere dökülüp saçılma, bu toplumda da bir görgüsüzlük işaretidir.

Ama işte sıradan şeyler oldu artık bunlar. Kimse kimseyi ayıplamıyor bile. Ne yas tutmayı becerebiliyoruz, ne de bu ülkenin yoksul gençlerinin o kısacık ömürlerine saygı gösterebiliyoruz. İki takım arasındaki bir oyunu, "milli mesele" haline getirmek, herhalde bir "çıldırmış olma" halidir. Biz "Çılgın Türkler" bu ayini çok seviyoruz. Hiçbir milli maçı kaçırmıyoruz. Ama işte sonunda, insanoğlunun yardımlaşma ve dayanışma gibi en masum en değerli melekeleri, yüzyılın en popüler en sevilen bir oyununda, bizi bir soytarıya çeviriyor.

Kabahat, futbolda mı? Hani, öyle bile olsa...