Her romanında farklı bir üslupla karşımıza çıkan, incelikli dili, derin karakterleriyle toplumun kılcal damarlarına nüfuz etmiş sorunsalların izini süren yazar Gaye Boralıoğlu ile aydınlanma, modernizm, kadın ve popüler kültür gibi edebiyata zuhur eden güncel meselelere dair konuştuk. ► Tanpınar’dan Oğuz Atay’a edebiyatımızda baba-oğul, geçmiş-bugün, doğu-batı şeklinde zuhur eden temel bir çatışma var. Dünyadan Aşağı’da Hilmi […]

Gaye Boralıoğlu, son kitabı Dünyadan Aşağı’yı anlattı: Zamanın ruhunu ortaya  çıkarmaya çalıştım

Her romanında farklı bir üslupla karşımıza çıkan, incelikli dili, derin karakterleriyle toplumun kılcal damarlarına nüfuz etmiş sorunsalların izini süren yazar Gaye Boralıoğlu ile aydınlanma, modernizm, kadın ve popüler kültür gibi edebiyata zuhur eden güncel meselelere dair konuştuk.

► Tanpınar’dan Oğuz Atay’a edebiyatımızda baba-oğul, geçmiş-bugün, doğu-batı şeklinde zuhur eden temel bir çatışma var. Dünyadan Aşağı’da Hilmi Aydın karakteri de o geleneğin modern versiyonu olarak karşımıza çıkıyor. Hilmi’nin babasıyla yaşadığı çatışma ve zamanın ruhuna yenilişi, ‘baba, devlet, gelenek, Batı, modernizm, aydınlanma’ sorunsalının neresinde?

Baba oğul çatışması sadece Türk Edebiyatı’nın değil, dünya edebiyatının da ana temalarından biri. Shakespeare’den beri, dünya edebiyatında çeşitli biçimlerde konu edilmiş. Mesela Kafka… Bu kitabı yazarken beni en çok etkileyen yazarlardan biridir. Oğuz Atay hem üslup hem de ele aldığı meseleler açısından zaten çağdaş Türk Edebiyatı’nı en çok etkileyen yazarlardan biri. Hepimiz Oğuz Atay’ın beyaz mantosundan çıktık. Bir yapıt oluştururken her yazar doğal olarak kendinden öncekilerle hesaplaşır. Bazen eleştirerek, bazen feyz alarak. Dünyadan Aşağı esas olarak bir karakter romanıdır, karakterin temel dinamiğini de baba oğul ilişkisi oluşturur. Kitap bana göre Kafka’nın babasına yazdığı bir mektup gibi. Baba oğul hesaplaşması Oğuz Atay’da da var. Ama o daha çok döneminin aydın sorunları üzerinden bakıyor bu meseleyle. Tabii ki edebiyat tarihindeki bir geleneği sürdürüyoruz ama yeni bir şey de söylemek zorundayız. Bugünün ruhunu, zamanın ruhunu anlatacak dili bulmalıyız. Benim arayışım burada başladı. O hattı iyi biliyordum ama bugün bu hat nerede kurulacak, nasıl bir dilde vücut bulacak. Arayışım buydu.

Sorunuzun diğer kısmına gelince… Modernite meselesi… Burada aslında coğrafyanın da belirlediği bir hat var. Doğu-Batı, gelenek-modernizm ikiliği başka kalıplara bürünse de kadim bir mesele olarak sürüyor. Ama buna artık gelenek ya da modernite demeli miyiz? Bu kavramlar bundan elli yıl öncesiyle aynı anlamlara mı geliyor? Kavramsal olarak artık başka tür bir çatışmaya mı tanık oluyoruz? Bunları önümüzdeki dönem daha çok tartışacağız. Çünkü klasik anlamda gelenek dediğimiz şeyin özellikle son 15 yıl içinde dağıldığını görüyoruz. Dünyada da durum farklı değil. Globalleşen dünya düzeni geleneksel olanı erozyona uğrattı. Bunun iyi ya da kötü oluşu ayrı tartışma konusu. Dünyadan Aşağı’ya dönersek… Üç kuşak hikâyesi ve onları bağlayan bir ortak mekân, bir restoran söz konusu… Dolayısıyla bu çatışma klasik anlamıyla olmasa da Dünyadan Aşağı’da da var. Ben burada, zamanın ruhunu temsil eden bir karakterin, riyakâr, bencil bir adamın babasıyla ve oğlunun da onunla olan çatışmasını anlattım. Bu çatışmanın içinde bugün nasıl bir zeminde yaşadığımızın, nasıl bir zihnin bizi ne hale getirdiğinin resmini oluşturdum. Bugünümüzü tarif eden ve gelecekle ilgili kaygılarımızın biçimlendiği atmosferi ortaya çıkarmayı amaçladım.

TEDİRGİNLİĞİM, KENDİMİ TEKRAR ETMEK

► Her romanınızda farklı bir üslup olduğunu düşünüyorum. Aksak Ritim’i okurken Metin Kaçan’ın Ağır Roman’ından kalan bir ritim hissettim. Cevdet’in betonlaşan bedeninin meydana bir put gibi dikilmesindeki ironi neye tekabül ediyor?

Benim hayattaki en büyük tedirginliklerimden biri kendimi tekrar etmek. Bu kolaycılıktan kaçınmaya çalışıyorum. Aynı zamanda yeni bir şey ortaya koymak yazma motivasyonumu da güçlendiriyor. Rekabetim kendi kendimle, belki bir tür deliliktir bu bilmiyorum. Öte yandan Aksak Ritim’e ve Cevdet’in betonlaşan bedenine gelirsek… Tabii o pasaj oldukça sembolik bir göndermeydi. Romanın kahramanı Güldane sokaklarda bir bulut gibi dolaşan uçuk kaçık ruhu olan bir Roman kızı. Babası Cevdet de esrar satan, havai bir adam… Aksak Ritim’in yazıldığı yıllar, betonlaşma meselesinin can yakıcı bir sorun olarak önümüzde durduğu yıllardı. Bugün artık iş bitti. Betonlaştık, doğa kalmadı. O gün Cevdet’in bedeni betonlaşmış, mahalleye heykel olmuştu. Bugün bizim ruhlarımız bile betonlaştı, put gibi duruyoruz.

Putlar demişken, Meçhul’ü okurken Asaf Halet Çelebi’nin İbrahim şiiri geldi aklıma:

“İbrahim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim”

► Meçhûl, Anka Kuşu’nun kendi benliğine yolculuğu gibi. İbrahim’i kalbinde hissettiği acıyla evrensel boyutta bir modern zaman ermişi yapıyor. Şeyhler, akrabalar, arkadaşlar vs ortada yine gizlenen bir utanç var. Palu Ailesi’nde karşımıza çıktığı şekilde, toplumsal utancın üstünü örten bir tür suç ortaklığı olduğunu düşünüyor musun?

Meçhûl, çok katmanlı bir roman. Bir karakter romanı olarak da okunabilir. Bir toplumsal panorama ya da bir aile hikâyesi olarak da okunabilir. Hepimiz bir ailenin içine doğuyoruz. Kendimiz dışında başkasıyla karşılaştığımız ilk toplumsal alan aile. Aile kutsallaştırılmış, idealize edilmiş bir kavram. Bu da kapitalizmin, piyasanın işine geliyor. Sevgililer günü, anneler günü, babalar günü ve daha pek çok şey pazarlanıyor. Bu kutsallık haresi bir sürü suçu da gizliyor. Sonra bir gün Palu Ailesi hikâyesi patlayıveriyor. O derece olmasa bile hukuka mal olmamış aile içi suçlar ve cezalar o kadar çok ki. Bu kutsallık haresinin bu suçları gizlememesi gerektiğini, aile kavramının tartışılması, sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü en şiddetli tacizler de aile içinde yaşanabiliyor. Çocuk yalan söylemeyi aile içinde öğreniyor. Şiddete maruz kalıyor ve rol modellerinden şiddet uygulamayı orada öğreniyor. Ben Meçhûl’de aile kurumunu sorgulamak, dışarıya masumane bir şekilde yansıtılan görüntünün ardında neler döndüğünü göstermek ve bu iki yüzlülüğün gencecik bir ruhu nasıl iğdiş ettiğini anlatmak istedim. Kötülüğü üreten kaynaklar nasıl oluşuyor, buna baktım.

HER KARAKTER İÇİN ÇALIŞMA YAPTIM

► Meçhûl’ü fotoğraflara bakarak mı yazdınız yoksa yazdıktan sonra konuya uygun fotoğraflar mı aradınız?

Manuel Çıtak’ın fotoğraflarını kullandım. Onun fotoğraf anlayışını kendi hikâye anlayışıma yakın buluyorum. Manuel’in arşivine girdim, yüz kadar fotoğrafını eve getirip Meçhûl’ün kurgusunu oluşturdum. Kayıp İbrahim’in izinden biri fotoğrafçı iki gazetecinin yaptığı röportajlar üzerinden okuyacaktık bütün romanı. Böylece İbrahim’in yakınlarını, ailesini, ve tabii bütün onların arkasında İbrahim’in hikâyesini oluşturdum. Kimi zaman bir karakter düşünüyor, o kim olabilir diye fotoğraflara bakıyordum, kimi zaman da bir fotoğraf beni bir karakter yaratmaya götürüyordu. Her karakterin dilini oluştururken yeni bir çalışma yaptım. Öte yandan bu farklılıkların romanın ruhunu dağıtmamasına, belli bir atmosferin korunmasına da dikkat ettim.

► Edebiyatın kolay tüketilen pop kültüre kurban edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Geleceğe kalacak nitelikli eserin okurla imtihanı nasıl gerçekleşecek?

Burada yazarın yapabileceği çok fazla bir şey yok ne yazık ki. Biz bu duruma maruz kalıyoruz. Aslında burada belki editörler bir şey yapabilir ama ne yazık ki piyasa şartları onları da böyle tercihler yapmaya zorlayabiliyor. Bundan 30-40 yıl öncesinde ilk kitapla bir yere gelmek zordu. Editörler ikinci kitabı görmek isterlerdi. Az sayıda kitap çıkardı ama çok sayıda basılırdı. Şimdi market politikası hâkim oldu. Çok uluslu zincir kitapçıların da payı var bunda. Risk almadan, stok yapmadan piyasaya olabildiğince çok çeşitli kitap sürme politikası hâkim. Bunca hengame içinde gerçekten iyi olanı, kalıcı olanı bulmak zaman alıyor elbette. Bir sürü nitelikli eser de kaybolup gidiyor. Yine de ben kötümser değilim. Nitelikli edebiyat okurlarına, onların inadına ve azmine güveniyorum. Öte yandan Türkiye’de son dönemde kültür sanat alanında çok ağır bir erozyon yaşandığı için kültür sanat haberlerinin mecrası da azaldı. Ancak sosyal medyada yer bulabiliyor bu haberler. Sosyal medyanın hoş yanı, okurla doğrudan karşılaşabiliyoruz, kitapla nasıl ilişki kurduğunu, neresinden tutunduğunu görebiliyoruz. Bu da bana ilginç geliyor. Yazarlık dünyanın en yalnız işi. Yıllarca tek başınıza bir kalem bir defter uğraşıp duruyorsunuz, o yüzden bu temaslar, ortaklıklar çok kıymetli.

***

Edebiyatta da erkek egemen zihniyet var

► Siz bir kadın yazar olarak edebiyatımızda kadın temsiliyetini kahraman ve edebiyatçı boyutuyla nasıl görüyorsunuz?

Erkek egemenliğinin en yoğun ve acımasız alanlarından biri edebiyat. Çok tuhaf ama böyle. Birincisi yayınevlerinde editörlerin çoğu erkek, dergilerde de öyle. Dikkatle bakın erkek yazarların hemen hepsi çok büyük oranda yine erkek karakterleri yazıyorlar. Günümüzde kadınları yazan erkek romancı çok az. Ancak anne ya da uzaktaki sevgili olarak yazılıyor kadınlar. Çok iyi yazarlarımızda da durum bu. Şaşırıcı bir tablo var. Dünyada da maalesef durum çok farklı değil. Kadınlara yer açmak için özel bir dikkat göstermek, bu meselenin farkında olmak gerekiyor. Her hafta radyoda edebiyat programı yapan bir arkadaşıma rica ettim, erkek yazarlara sevdikleri yazarları sormasını istedim, aradan iki sene geçti nerdeyse hiçbiri bir kadın yazar ismi söylememiş. Ama kadınlar da çoğunlukla erkek yazarları zikrediyor. Ne acayip değil mi? Oysa eminim ki sevdikleri, okudukları kadın yazarlar vardır. Ama sorunca ağızlarından çıkmıyor. Ana akım diye anlaşılan şeyin cinsiyeti erkek maalesef.