Geçen hafta Nazi ordusunun 26 Nisan 1937'de yerle bir ettiği Bask kasabası Gernika’daydım. Savaşın hikâyesini, barışın kelime anlamını sorgulayarak anlatmaya başlayan müzeyi gezdikten sonra boğazımdaki yumruyla döndüm.

Gernika’dan Gazze’ye çığlık

Semiha DURAK

18. yüzyıl filozoflarından Jean Jacques Rousseau, Gernika’yı “dünyanın en mutlu kasabasıdır” diye tanımlıyor ve  “bir meşe ağacının altında toplanıp her zaman en adil kararları veren bir grup köylü tarafından yönetiliyor” diyor. İsmini ve hikayesini Picasso’nun Guernica tablosuyla öğrendiğim bu Bask kasabasının, bir vakitler dünyanın en mutlu yeri olduğunu hayal etmek gerçekten zor. Guernica’yı önce sanat kitaplarında, sonra Madrid’de ona ayrılmış olan geniş salonda, gerçek boyutlarıyla gördüğümde, ilk gözüme çarpan, beyaz at figürü olmuştu. Başı yukarıda, gözleri dehşetle açılmış, dişleri ve dilini görebildiğim açık ağzından çıkan o acılı çığlığı ve çektiği ıztırabı duyuyormuş gibiydim. Aynı çığlık, tuvalin her köşesinde yankılanıyordu.

Picasso'nun resmettiği sahne, İspanya İç Savaşı sırasında, 26 Nisan 1937'de Bask kasabası Gernika’nın, diktatör Franco ile işbirliğindeki Alman ve İtalyan bombardıman uçakları tarafından yerle bir edilişini anlatıyor. O dönemde Franco sorumluluğu reddetmiş, suçu Basklılar ve Cumhuriyetçilerin üzerine atmıştı. Fakat daha sonra bombalama emrinin Franco'dan geldiği ve Nazilerle işbirliği içinde olduğu ortaya çıktı. Haberi dünyaya duyuran George Steel adında bir gazeteci olmuştu. Picasso’nun haberi aldıktan dört gün sonra Guernica’yı yapmaya başladığına inanılıyor. O yıllarda İspanya’da bulunan Earnest Hemingway’in senaryosunu yazıp seslendirdiği ve 1937’de çekilen İspanya Toprağı’nın Picasso’ya ilham verdiğini söyleyenler de var. Cebinde soğan ve viskiyle köy-kasaba dolaşıp filmin çekiminin her aşamasında yer alan Hemingway ile olan yakın arkadaşlığını düşününce, ömründe Gernika’ya bir kez bile gitmemiş olan Picasso’nun, ondan etkilenmiş olması çok büyük bir olasılık gibi görünüyor. Öyle ya da böyle, Picasso’nun nasıl ilham aldığının aslında bir önemi yok. Tuvaline yansıttığı karanlık ve ızdırap, bütün gerçekliğiyle orada. Tarih bize, Gernika’daki yıkımın boyutlarını ve sonuçlarını olaydan yıllar sonra gösterdi. Bu uzak kasabadaki yıkımın II. Dünya savaşının provası olduğunu çok geç anladık.

SAVAŞIN VE BARIŞIN HİKÂYESİ

Geçtiğimiz hafta Gernika’da, savaşın hikayesini, barışın kelime anlamını sorgulayarak anlatmaya başlayan Barış Müzesi’ndeydim. Müzenin bulunduğu meydanda bombardımanla yerle bir olmuş kasabanın, siyah beyaz fotoğraflarından oluşan bir açık hava sergisi vardı. Ayna gibi parlak fotoğrafların yüzeyine kasabanın şimdiki dokusu yansıyor, geçmiş ve şimdi birbirine karışıyordu. Aralık ayında bu meydanda binlerce kişinin toplandığını, yeşil, kırmızı siyah renklere bürünerek Filistin halkına dönüştüğünü öğrendim. Protestonun görüntülerini bulup izledim sonra. Tıpkı 1937’de bombardıman başladığında olduğu gibi, sirenler çalmaya başlıyordu. Ve insanlar; genç, yaşlı çoluk çocuk, herkes dalga dalga Filistin oluyordu. Asırlar öncesinde, meşe ağacı altında toplanan ataları gibi onlar da en adil kararı vermişler, “ateşkes ilan edilmeli” diyorlardı. Birkaç bin kişinin vücutlarıyla muazzam bir mozaik oluşturarak Gazze'de ölenlerin acısını ve Filistin bayrağını tasvir ettiği protestodan geriye kalan afişi gördüm kasabanın duvarlarında sonra. Picasso’nun Guernica’sından tanıdığımız ağlayan kadın kucağında ölü çocuğunu taşıyordu. Siyah- beyaz keskin çizgili çığlığına bir parça renk karışmıştı şimdi. Gernikalı kadın Filistinli olmuştu.

Boğazımda bir yumru, kalbimde bir yumruk şimdi;  dün Gernikalı, bugün Filistinli kadının çığlığı. Her şey unutulur mu zaman geçince? Geçip gidermiş gibi zaman, ama geçmiyor. Tekerrür gibi ağır. Zaman yavaş değil, ağır. Taşıması zor bir yük gibi ağır.

ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR?

Boğazımdaki yumruyla döndüm adaya. O gün yine Filistin için yürüyordu Londra. İngiliz şair John Donne’un dizelerini hatırladım eve dönünce. Uzak bir yüzyıldan geliyordu sesi, şimdi boğazımda yumru olmuş çok uzaklardaki bir çığlığa karışıyordu. Hemingway’in 1930’larda, bütün bir insanlığa sorduğu sorunun cevabını veriyor John Donne: “İnsan ada değildir, Bütün de değildir tek başına” diyor. “Bir insanın ölümüyle eksilirim ben, çünkü... bir parçasıyım insanlığın; İşte bu yüzden hiç sorma “çanlar kimin için çalıyor?” Senin için çalıyor.”

Döndüğümün ertesi günü Filistinli bir ressamın, Malak Mattar’ın sergisinde buldum kendimi. Yağmurlu bir pazar günü. Çanları çalıyor kiliselerin. Birkaç ay önce tanıştım Malak ile. Sergiye adını veren Son Nefes’i tamamlamak için gece -gündüz çalıştığını biliyorum. Bir keresinde aralıksız 13 saat geçirmiş tuvalin karşısında. Çok az gülümsüyor Malak. Vakur bir duruşu var. Henüz yirmili yaşlarının başında oysa. Londra’nın en prestijli sanat okullarından birine kabul edilip gecikmeli bir şekilde 6 Ekim’de Londra’ya geldi. Ertesi gün, doğduğu topraklarda, nerdeyse bildiği her yer yerle bir oldu. “Bazen tek sığınak ailedir” adını verdiği bir resmi var Malak’ın. Şimdi ailesinden kilometrelerce uzakta, ailesi ise Gazze’de bir sığınakta. 7 Ekim’den sonra bir ay boyunca eline kalem dahi alamadığını anlatıyor. Sonra elinden gelen ne ise onu yapmaya koyuluyor. Gazze’de, geride bıraktığı ailesinden dinlediği hikayeleri ve onlardan gelen fotoğraflarda gördüklerini resmediyor şimdi.

BOĞAZIMDA BİR YUMRU

5 metre uzunluğundaki siyah beyaz resmin merkezinde, acı içinde çığlık atan siyah at figürü çarpıyor gözüme önce. Atın dişleri arasından yüzüme çarpan ıztırap Guernica’yı anımsatıyor. “Atı çizerek başladım” diyor Malak, ilk nereden başladığını sorunca. Resmin karşısında durmuş, sanki bir sanat eserini değil de savaşı uzaktan izliyoruz. Tuvalin her köşesinde, acıyla haykıran atın sağında ve solunda, Gazze’deki yıkımın gerçekliği gizli. Her bir sahne, tarihi bir belge gibi, bu resimle kayda geçiyor. Kucağında ölü köpeğini taşıyan bir adam acı içinde çığlık atıyor. Yaralı bir kadın yerde, kendisine uzatılmış ipi çekmeye çabalıyor. Elleri arkadan bağlı bir grup erkek, sorgu sırasında. Ölüler, yaralı ve şaşkın yüzler, kimsesiz oyuncaklar... Acıyla dolu her yer. Boşluğa yer yok. Eskiden yaptığı resimleri görüyorum Malak’ın. Canlı kırmızılar, yeşiller, sarılar. Rengarenk, geçmişte yaptığı resimler. Her şeye rağmen umutla dolu bir dünyanın her tonu var eski resimlerinde. Artık renkleri bıraktığını söylüyor. Belki de renkler onu bırakmış. Farkında olmadan başlamış siyah-beyaz resimler yapmaya. “Bilinçaltımın verdiği bir karardı bu” diyor. Öylesine büyük ki gördüğümüz karanlık. Renklere de, umuda da yer yok.

 “Eğer burada kazanırsak her yerde kazanırız” diyordu Hemingway, İspanya İç Savaşı’nı anlattığı, Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında. Gernika’dan Gazze’ye, son nefesini verir gibi şimdi umudun çığlığı. Siyah beyaz yüzler sessizce fısıldıyor; “Eğer burada kaybedersek, her yerde kaybederiz.” Boğazımda bir yumru gibi duruyor şimdi sessiz yüzlerin çığlığı. Geçmiyor. Ağır. Zaman gibi ağır.