Halk bilgelerinin yaşamdan öğrendiklerini dilimize aktardıkları deyişlerin ardında çoklukla hemen kendini ele vermeyen derinlikli bir anlam ve felsefe saklıdır. Bir cümleyle hatta çoğu zaman ironiyle yaşama dair önemli tecrübeler, dersler öneren deyişler arasında gezinmeyi severim. Kimini anlamak da sanıldığı kadar kolay değildir. Düşündükçe ya da deyişi yeniden akla getiren olaya göre yeni yorumlar çıkar karşınıza. Kelimeler ve elbette seçili kelimelerden oluşan deyişler yaşamın her anına değer ve yorum katan çeşitlilikleri ile insanoğlunun kendini, yaşamı anlama, anlatma ve sürdürmesi için iletişimin omurgası olur. Şimdilerde hayatı kurutanlar dil zenginliğimizi de kurutuyor. Böyle baktığınızda toplumların kaderi kendilerini yönetenlerin bilgi birikim ve dağarcığına bağlı denebilir mi dersiniz? Aslında denemez ya da denememeli ama bizim gerçeğimizde kimi zaman tam da böyle. Zira dünya nice entelektüel diktatör gördü. Sorun onların kelime dağarcığında değil yönettiklerinin kavrayış ya da direniş bilincinde, koşullara bağlı olarak direnebilme cesaretinde düğümleniyor. Yani yönetenin de yönetilenin de ifade biçimi kendi kelime hazinesinin olanakları kadar.  “Coğrafya kaderdir” tanımının ardında eğitimle, okumayla gelişen düşünce sokaklarını bilmeyen, o sokakların çıktığı caddeleri merak etmeyen, merakına set çekilen, öğrenmesi önlenen insanların yaşadığı yerler var. Yaşamı iyileştirebilecek kavrayışın eksikliği onları yönetenlerin çıkar ilişkileriyle tanımlanmış düzenin içinde sadece gerektiği kadar kelimeyle sürdürdükleri yaşam döngüsü içinde ve çilelerini sonraki hayat için doldurmaya odaklı hayatlar. Sayılı kelimeyle kendini ifade etmeye mahkûm bırakılan yurttaşların; sayısız kelimeyle tanımlanan, türlü çetrefilli cümlelerle tariflenen hukuk, Anayasa ve Yargıtay arasında yaşanan krizi anlamasını ve buna bağlı olarak da hukuk ve anayasa ihlâlinin sadece Can Atalay kararını değil koca bir ülkenin var oluşunu, geleceğini nasıl etkilediğini anlamasını umuyoruz. Hal böyle olduğunda başkasının teknolojisine orantısız para harcayarak uzaya giden yolcu astronot oluyor. Onun için geçerli olmayan yer çekimi kullandığı telefon için geçerli oluyor. Ülke ekonomisi uçuyor. Türkiye daima ileri gidiyor. Yaratılan yüksek hayranlık duygusu ve koşulsuz inanma hali afili kelimelerle her tarafta konuşturularak dillere destan bir masala dönüşüyor. Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesine tepki vermesini beklediğimiz insanların laf ebelerinin süslü tiradından etkilenerek el etek öpmelerini yadırgıyoruz. Bu da bizim hayal kırıklığımız oluyor. Tuhaf bir sarmal. Bizim coğrafyamızın kaderi laf ebelerinin hizmetlisi olmak üzere özenle seçilen milletvekili, anayasa ve hukuk uygulayıcısının bildiği kelime sayısına, ifade yetisine hapsoldu. Yani elle gelen düğün bayram!

∗∗

Erkan Baş soruyor. “Milletvekiliyse neden hapiste tutuyorsunuz, değilse neyi düşüreceksiniz?" Buyurun size 7 kelimelik çok net ve tokat gibi soru. Karar okunduğunda Mecliste kararı açıklama görevi nedense(!) kendisine bırakılan meclis başkan vekili Bekir Bozdağ’a anayasa kitapçığı fırlatılıyor. İtirazlar yükseliyor. “Bu anayasaya yapılmış bir darbedir.” “Hukuka aykırı bu darbe kabul edilemez, yok hükmündedir.” “Bu rejim değişikliğidir.” “Reddediyoruz.” Söylenenlerin hepsi doğru elbette.

Asırlar evvel Aşık Gufrânî sormuş.

“Kaç kez gani oldum kaç kere fakir
Kaç kez altın oldum kaç kere bakır
Bilmem ki kaç katip ismimi okur
Kaç defterde kaç dürüldüm kimbilir”

Biz de şunu soralım yeniden. Adalet kaçıncı kez yok sayılıyor! Hukuk kendi içinde kaçıncı kez kavgaya tutuşuyor? Kaçıncıdır Anayasa’ya saldırıyor! Hukuka, Anayasa’ya kaçıncı kez darbe yapılıyor, halkın iradesi yok sayılıyor? Usulsüz, kanunsuz işlem yapılıyor? Bu noktaya gelene değin tüm hukuksuz uygulamalarda, tüm haksızlıklarda Can Atalay neredeydi peki? Haklının ve hukukun yanında. Kaç kez, kaç farklı davada haykırdı. Soma’da, Ermenek’de, Aladağ’da, Çorlu’da. Elbette Gezi’de. Madencilerin yanında, çocukların yanında, doğanın yanında, yaşamın yanında. Şimdi Can bize sesleniyor. "Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu suça ortak edilebilmesine onun adına üzülüyorum. Kimin hangi hakkı, hangi yetkiyi nasıl kullanacağının öngörülemediği; kuralsızlığın egemen olduğu bu halin memlekete vereceği zararlardan ülkem adına endişe duyuyorum. Türkiye, bu kuralsızlık, hukuksuzluk deli gömleğine sığmayacak. Hep beraber göreceğiz…” Kaçıncı haklı gerekçeyle kaçıncı kez endişe duyuyoruz. Endişe duymak yetmiyor. Endişelerimiz yerine doğrularımızı koymak için, değiştirmek için mücadelemizi ortaklaştırmak için siyaset bir araç. Siyaset de bir iletişim biçimi. Kelimelerin vaatleri tanımladığı bu iletişimin iş o vaatleri yerine getirmek olduğunda eyleme dönüşmesi, tutarlılık ve kararlılıkla mümkündür.

İşte elle gelen düğünün bayram olduğu günlerde mecliste Can Atalay’ın milletvekilliği düşürüldü. O sırada ülke gündeminde her zaman olduğu gibi yine bir seçim var. Freni patlayan kamyon tüm hızıyla yokuş aşağı giderken kaçış rampası olarak da nitelendirebileceğimiz seçimlerin odağında adaylaşma süreçleri var. Bu ülkede Anayasa kitapçığı olmak da zor. Birilerinin birilerine fırlattığı kitap olmaktan öte bir işlevi de kalmayan Anayasa’mız uçuşta. Bekir Bozdağ’a fırlatılan Anayasa kitapçığı geçmişte ana muhalefet partisi içinde yaşanan krizi düşürdü aklıma. Ecevit’in başbakanlığı döneminde Anayasa’ya sahip çıkan ve çıkmayan muhalefetin bazı aktörleri yıllar içinde yakın zamana değin seçim süreçlerinde aday belirleme gayretini elden bırakmıyorlardı. Ne yazık ki bu süreçler, sol muhalefet için bile hep güç gösterileri, iç hesaplaşma fırsatları ve “siyasetçilerin” mevzi koruma kaygılarıyla şekillenmiştir. Sağın yöntemleri, siyasal iktidarın içini boşaltarak sakıncalı ilan ettiği kelimelerden kaçınarak iktidarın diliyle siyaset yapmayı zorunluluk kabul eden solu esir almıştır. Hal böyleyken sola dönüş vaadi muhalefet için içe dönük kullanışlı ve sonuç getiren bir unsurdan öteye geçemez. Ancak vaatler ülkenin en derin ve kanayan yaraları için adım atarken dile ve eyleme yansımadığında solun etiğinden, ilkelerinden koptuğunu fark etmeyen ya da daha vahimi bunu önemsemeyen karar vericiler çarkları döndürmek için kendi takımlarını oluşturmakla meşgul kalırlar. Yine eskilerden bir deyişle özetleyecek olursak köy yanarken kahpe taranır. (Buradaki kahpe kelimesi yanlış anlaşılmasın diye açıklamak kelimelerden, dil zenginliğinden dem vurduğumuz yazıda abesle iştigal edecektir. O nedenle geçelim derim.)

∗∗

Partimizin adayları ile ilgili tartışmalar şiddetlenir ve sürerken bir aday adayı olarak benim de eleştirilerim, söyleyecek sözüm olacaktır elbette. Bugün köşemi bu bağlamda bizi bekleyen çok yakın seçim sonuçlarına etki ederek zarar verebilecek çıkışları yadırgayarak, ayıplayarak duyduğum endişe ve uyarılara açmayı düşünürken elbette saçımı tarayamazdım. Konu bugünün en önemli gündemi olmalıydı. Yine de neden sonuç ilişkisi içinde birbirinden kopuk olmadığı için gündem, önem, yöntem sıralaması içinde belirleyici olduğunu düşündüğüm sürece ilişkin kısa bir değiniyle bitireyim. Adaylık sürecinin işletilmesindeki çeşitli sorunlar ve yanlışlara yönelik şerhimi saklı tutarak, başta Urla'yı kayyumdan kurtarmak ve partimizin olabildiğince çok yerde yerel yönetim kazanımları için var gücümle çalışmaya devam edeceğim. Şimdilik içe konuşacağız zamanı geldiğinde söyleyeceklerim de olacak. Yine de “iki aday varsa kadın adayı tercih edeceğiz” gibi güçlü bir argümanın “sakıncalı” kadınlarından biri olarak İzmir’de 30 ilçede 9 kadın aday olmasını -şimdilik- sevindirici bulduğumu söylemeliyim. Adayları bizzat belirleyen ve kriterleri de yaş, cinsiyet, köken ve liyakat olarak gösterenin tercih listesi dışında hangi kriteri aşamadığımın yanıtını da gayet iyi biliyorum. Yakın zamanda neden aday olmak istediğimi anlatırken listeyi yapan arkadaşımın “sen iyi bir insansın ama iyi bir siyasetçi misin?” sorusunun yanıtı siyaseti kişiselleştirmemekte saklıdır. “Kötü insan ama iyi siyasetçi” olarak tanımlanan bazı yöneticiler yerlerini korumayı başardılar. Çükü iyi siyasetçi olmak siyasetin kendi dinamiklerini kendi yerini korumak için kullanabilme mahareti olarak görülüyor. Ben ise geçmiş dönemde de “değişim” döneminde de doğru gördüklerimi savundum. Doğru bulmadıklarımı açıklıkla söyledim. O zaman da “siyasetçi” olmadan siyaseti iletişim için vicdan ve iyilik terazisiyle yönettim. Elbette kimse bulunmaz hint kumaşı değil. Ben de değilim. Konu ben değilim, yerel yönetimde siyaseti sol adına içselleştiren ve siyasi tutum almaktan kaçınmayacak bir profil. Siyaseti sadece bir araç olarak görerek ne olursa olsun sıfat sahibi kalmak gibi bir derdim hiç olmadı. Kan kusup kızılcık şerbetini içtiğim zamanlar oldu. Bu zamanlarda da dışa konuşup işi şova ve kolay kahramanlık getirecek malzemeye dönüştürmeyi -yine ve hep seçim gündeminde- partiye zarar vereceğini düşünerek bilinçli olarak tercih etmedim. Yine öyle olacak. Husumetle değil doğru ve ortak akılla hareket etmeye doğru bulduğum her adımın arkasında durmaya devam edeceğim.    

Sevgili Can, sıradaki dörtlük sana, bana, bize, hepimize;

“Sık dişini, yılma sakın, vazgeçme bu umuttan
Elbet bir gün insanlar hasretle kenetlenir
Gör işte o zaman devranını dünyanın
Bilinmedik cemrelerle bak nasıl çiçeklenir”*

*Metin Altıok / Zor Zamanda Gazel