Olayların  1942 yılında SSCB’de geçen Cannes’da  yarışma filmi olan ‘Siste’ ve1989 yılında New York’un Central Park’ında geçen ‘Central Park Beşlisi’ adlı belgesel filmin ortak bir yanı var. Her ikisinde de işlemedikleri suçların cezasını çekmek zorunda kalanlar anlatılıyor

 

 

 

 

Perşembe günü seyrettiğim iki filmin tesadüfen ortak bir yanı vardı. İkisinde de işlemedikleri suçların cezasını çekmek zorunda kalan insanlar anlatılıyordu. “Central Park Beşlisi/The Central Park Five” 1989’da New York’un Central Park’ında jogging yaparken saldırıya uğrayan, tecavüz edilen ve koma halinde terk edilen genç bir Beyaz kadının soruşturmasını konu alan bir AMD yapımı belgeseldi. Belgeselin altında 3 yönetmenin, Ken Burns, David McMahon ve Sarah Burns’ün imzası var.

 

 

Genç bir kadının tecavüze uğraması korkunç bir olay fakat olayı daha da korkunçlaştıran medyanın, polisin ve savcıların olaya yaklaşımı. Olay akşamı parkta bulunan yaşları 14 ila 17 arasında değişen beş Latin ve Afrika kökenli genç, aleyhlerinde hiç bir delil olmamasına rağmen tutuklanıyor ve ırkçı bir kampanyanın kurbanı oluyorlar. Esmer tenlilerin bir Beyaz kadına tecavüz etmesi kente tam bir infial yaratıyor. Oysa olay siyahlar arasında geçse ne medyanın ne de polisin çok da ilgisini çekmeyecek, adi bir vaka olarak karşılanacak. Ama, belediye başkanından savcılara, köşe yazarlarından, politikacılara kadar büyük bir koro intikam çığlıkları atmaya başlıyor. Donald Trump (Trump Towers hoş geldin Türkiye’ye!) gazeteler 4 sayfa ilan vererek, kellelerini istiyor gençlerin. Köşe yazarları New York’ta idam yeniden uygulansın diye bas bas bağırıyorlar. İdam edilmesi istenenlerin çocuk olması bile bu linççi güruhu susturamıyor. Polisin çocukları baskıyla sindirmesi ve kendi aleyhlerine ifadeler vermelerini sağlaması zor olmuyor. Ne DNA sonuçları ne de diğer bir sürü delilin çocukların lehine olması sonucu değiştirmiyor. Gencecik insanlar, kendilerini savunan ciddi bir avukat da bulamıyorlar ve sonuçta suçlu bulunup içeri atılıyorlar. Yıllar sonra gerçek suçlu ben yaptım deyince olay açığa çıkıyor ama çocukların ve ailelerin hayatı darmadağın olduktan sonra. Ve bu adalet skandalının sorumluları yine zeytinyağı gibi üste çıkmayı beceriyorlar. Kurumlar kendi elemanlarını koruyor, kimse bu skandaldaki sorumluğu üstlenmiyor. Herkes görevini doğru bir şekilde yerine getirdiği konusunda geri adım atmıyor. Amerika’nın en derin fay hatlarından Siyah-Beyaz ayrımı Siyah birinin başkan seçilmesiyle giderilemeyecek kadar derin.    

 

 

 

 

 

 

 

 

Günün yarışma filmi “Siste” ise 1942’de SSCB’de geçiyor. Alman işgali altındaki bölgelerde demiryolu işçileri kendi inisiyatifleriyle bir Alman trenine sabotaj düzenliyorlar. Yakalanan dört demiryolcudan üçü asılıyor. Serbest bırakılan biri ise bu sefer direnişçilerin gözünde hain ilan ediliyor. Oysa Suşenya adlı bu demiryolcu son derece onurlu biri. Almanlar onu bir anlamda yem olarak serbest bırakıyorlar. Hainlikle suçlanacağını ve direnişçileri üzerine çekeceğini biliyorlar. Son derece yavaş tempolu bu film yaşamanın anlamı üzerine anlamlı sorular soruyor. Fakat ne yazık ki fazlaca yeni bir şey söylemiyor. Sergei Loznitsa’nın filmi onurlu bir ölümün onursuz bir yaşamdan çok daha yeğ olduğu mesajıyla, temel insani meselelerden birine düzgün bir bakış getiriyor.  

 

 

 

 

 

 

“Asi” aslında bir ana kuzusudur!

Bu sabahın yarışma filmi Brezilyalı yönetmen Walter salles’in “Yolda”sıydı (On the Road). “Yolda” bilindiği gibi Jack Kerouack’ın Beat kuşağını tanımlayan romanının adı. Kült bir kitap söz konusu ise dünyada herhalde en başlarda “Yolda” vardır. Jack Kerouack kitapta kendisini ve çevresini anlatır. Kendisine Sal Paradise, yakın arkadaşı, en büyük kankası, gurusu Neal Cassady’ye ise Dean Moriarty adını verir. Sal ve Dean kankalar aleminin klasik ikililerinden biridirler. Mesela bizim “Kaybedenler Kulübü” de bu tip bir ikiliyi anlatır. Hatta “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” de. Burada yeniden seyrettiğim “Bir Zamanlar Amerikada”ki Max ve Noodles ikilisi de bu asi ikililerin tipik örneklerindendir. Tabii ki asi ikililer dönemlerine, ülkelerine, şehirlerine göre farklılıklar gösterirler. 1930’ların New York’undaki asiyle, 1950’deki asi farklıdır. İstanbul’un “Kaybedenler”iyle, Ankara’nın “Çaresiz”leri farklıdır. Ama bu ikilileri belirleyen dinamikler üç aşağı beş yukarı aynıdır.

Bu asiler, hemen ve şimdi tatmin ararlar, bir kadına bağlanamazlar, kadınlarını paylaşmak isterler ya da paylaşırlar… Katiyen devrimci filan değillerdir. Sartre bu konuda başarılı bir devrimci- asi ayrımı yapmıştır. Asi sadece kendi tatmini peşinde koşarken, devrimcinin disiplini ve bir projesi vardır… İdris Küçükömer  de bu tanımı Sartre’dan araklamış anladığım kadarıyla. Her neyse… Kimlere ne anlamlar yüklendi şu karanlık dönemde ülkemizde.

Genellikle çok kadınlı bir hayat süren bu asilerin aslında tek bir amaçları vardır. Anneciklerinin dizinin dibinde oturmak, babacıklarının kendilerini takdir etmesini beklemek… “Beat” Kuşağının Jack’i ve Neal’i de tipiktirler. Jack, hep anneciğinin yanına koşar ki bunun örneği “Kaybedenler Kulübü”nde de vardı. Neal ise kayıp babacığının peşindedir hep. Aynı kadınla birlikte olmalarının da bir nedeni vardır. Farkında olmasalar da birbirlerini babalarının yerine koyarlar, sevgilileri de annelerine dönüşür bu süreçte. Arkadaşları sevgilileriyle sevişirken onlar da anne ve babalarını röntgenleyen küçük oğlan çocukları olurlar. Sevgilileri anneye dönüşerek cazipleşir. Paylaşılmayan kadının fazla bir anlamı yoktur. Aslında bütün kadınlar jenerik olarak annenin temsilleridir. Kendileri olamazlar, bir karakterleri ve kişilikleri yoktur asi ana kuzuları için.

Neal ve Jack de sevgililerini paylaşırlar, aynı kadınla yatarlar. Hatta aynı anda aynı kadınla yatarlar. Salles’in filmi orta karar bir film olmuş. Salles “Motosiklet Günlükleri”nde Che’yi nasıl yüzeyselleştirdiyse, burada da yüzeysel asilerin derinine vakıf olamamış pek.  Fakat filmin belli bir erotizmi de var. Özellikle Kristen Stewart (Alacakaranlık’ın bakiresi) hayranları kaçırmamalı.

Günün bir diğer yarışma filmi olarak Carlos Reygadas’ın “Post Tenebras Lux”unu (Karanlıktan Sonra Işık) seyrettik. Adı gibi özenti, adı gibi bir kendini beğenmişlik örneği olan bu film 2 saat boyunca can sıktı. Ben sizin canınız sıkmayacağım.