Perşembe günü başlayan Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler adlı akademik tartışma ve sunumlar üzerinde yoğunlaşan toplantılarda

Perşembe günü başlayan Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler adlı akademik tartışma ve sunumlar üzerinde yoğunlaşan toplantılarda, iki yönetmenin anması yapıldı: Halit Refiğ ve Ahmet Uluçay. Bence hayat oyununu burada da oynadı: Halit Refiğ’de ne kadar resmi tarih yanlısı ve kendince gerçekliği yapay bir şekilde kurarak, meşrulaştırma çabası varsa, aynı şekilde anmasında da pratik böyle işledi. Tipik bir durum olarak “kör ölür, badem gözlü olur” olarak nitelenemez bu. Çünkü sevgili dostlar, şişkin egosuyla gerçekliği müdahale ederek, sahte bir tarih yazma çabası ömrünün entelektüel üretiminin çekirdeğini oluşturan Halit Refiğ, gençlik dönemi içinde öyle arkadaş grubunun etkisiyle falan değil, düpedüz düşüncelerinin ve toplumsal ortamın etkisiyle solcu olmuş birisiydi. Ama aynı zamanda burjuva bir aileden geliyordu, üstelik Selanik Göçmeniydi, dahası sabetayist bir aileden geliyordu.
Düşüncelerini radikalleştirecek denli egolu birisiydi. Ama hayatın şartları, insanın düşünsel derinliğini ve radikalliğini, Dostoyevski’nin pek güzel deyimiyle kulaklarına fısıldayan Öteki’nin uyarılarıyla ömrü boyunca pratikteki tutumunu sürekli gözden geçirdi. Üstelik bununla da kalmadı, sayın ve soylu Refiğ, kendini meşrulaştırmak için biraz yapay bir tarih görüşü ve dünya görüşü üretti. Anmada konuşanlar, başta sayın eşi Gülper Hanım olmak üzere, Ulusal Sinema Kavgası adlı kitabın son sözcüğünün fazla olduğunu ileri sürüp, bir tür nefsi müdafaa için yazıldığını söyledi. Arkadaş dedim, kendi kendime “ ne nefsmiş, bu kadar olur”, doymak bilmez, laf yuvarlama üstadı, düzene yağlı yerinden eklemlenmek için büyük efor, dahası gerçekleri söyleyenlere karşı inanılmaz bir saldırı dürtüsü. Şöyle anlatayım: Refiğ 1965 seçimleri yapıldığında evli olduğu Nilüfer Aydan’a çok ciddi baskı yapıyordu, niçin mi? TİP’e üye olması için. Kendisi ise olmadı, ama TİP’e oy verdi. Aynı Refiğ, kendi filmini yakan zihniyetin iktidara taşıdığı Erkaban’ın refah partisine ise 1994 yılında oy verdi. Tam kritik bir zamanda. Elbette ki bir önceki seçimde CHP türevi partiye oy vermişti. Kazanana göre biraz durum yeniden gözden geçirilmiş olmalı. Sonra da sinemalarda gösterilmeyen Köpekler Adası filmini hiç tartışmasız Fethullah Gülen’in parasıyla 1 milyon dolar harcayarak çekti. Hiçbir risk yok. Ama gelin görün ki bu insanı bir tür egosuz insan olarak sunuyorlar. Bazen insanın şaşırması ve susması gerekiyor, ya da yapacak ve diyecek bir şey yok dediği zamanlar oluyor.
İkinci anma ise Ahmet Uluçay üzerineydi. Tarihsel gerçeklik ismi ve yaptıklarıyla yalınlık, dürüstlük, yetenek karışımı bu insanı anma çabalarını aynı özelliklerle, büyük bir duygusallık, içtenlik ve etkileyicilikle karşımıza çıkardı. Kürsüdekilerin hiçbirisi Uluçay’ı övmek için çaba göstermedi, olanları anlattılar ve sonuç olarak Uluçay ne kadar özgün bir kişilikse, aynı zamanda geride kalanların kalbinde o kadar derin ve farklı bir yer bıraktığı anlaşılıyor. Hakikaten Uluçay tam bir aykırı kişilikti; yani çıkmaması beklenilen topraklardan çıkmış ve insanları şaşırtan işler yapmıştı. İlk önce bir köyde doğmuştu ve ölünceye kadar köyde yaşamaya devam etti. Sinemayla ilgilenmesi ise çocukluk yıllarına kadar geri gider: esasen Uluçay bir yönetmen olmak istemiyordu önceleri. Gerçektir bu, kendi kavrayış şekliyle o “Gılımdakçı” olmak istemişti. Çünkü köylerinde sinema yoktu, sinemayla karşılaşmaları, 8 mm göstericiyle seyyar olarak film gösteren kişiden öğrenmişlerdi. Bu göstericiyi alacak paraları olmadığı için de arkadaşlarıyla 3 kişilik bir ekip oluşturup bir gösterim makinesi yapmaya çalışmışlardı. Bunu başardılar da. Ama ben size çok daha etkileyici bir şey daha anlatayım: Uluçay ve arkadaşlarının yaptıkları gösterim cihazının yanı sıra, aynı zamanda bir ses okuma sistemi de yapmışlardı, üstelik üçü de ilkokul mezunuydu, icatları 1960’larda TÜBİTAK’ın yarışmasında birinci oldu. Gerçek bu, adamlar köyde kendi buluşları olarak ses okuyan bir icat yapmışlardı. Türkiye’de halen bu sistemlerin üretilmediğini ve ithal edildiğini hatırlatalım.
Peki niçin Uluçay ve arkadaşları yönetmen-senarist olmak istememişlerdi de ‘gımıldakçı’ olmak istemişlerdi? Öyle ya Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmini seyrederken bunu kendinize sormanız gerekir, niçin gösterim cihazı yapmak istiyorlarda kamera yapmak istemiyorlar? Ya da sinema yapmak istiyorlarsa, niçin oturup bir senaryo yazmıyorlar? Çünkü sinema hakkında ilk bildikleri şey önlerinde duran şeydi, yani hareketli resimlerdi, sinemanın yazıldığı, oynandığı, kaydedildiğini bilmiyorlardı. Aynı durumun örneğin 1920’li yıllarda Orta Avrupa’daki senaristlerin başına da geldiğini, sinemanın inanılmaz popüler bir şey olduğu o dönemde, ne yapıyorsun sorusuna “senaryo yazıyorum” denildiğinde, insanların benimle kafa bulma, sinema yazılmaz, oynanır dediklerini sinema tarihi üzerine okuyanlar bilir. İlginç bir şekilde, ayrıntılı bir şekilde, olağan koşullarda bir senaryo yazmak için Ahmet Uluçay hiçbir zaman tam olarak uğraşmadı. Kafasında filmi yaratıyor, bunun için kendine notlar hazırlıyor gibiydi.
Ama çok güzel bir anekdot anlatıldı, Ahmet Uluçay’ı anmak için en güzeli bu olacak sanıyorum: bir gün Kombassan bir senaryo yarışması düzenlemiş. Ahmet’in gözü ise yarışmada değil, ödüldeymiş. Senaryoyu zor bela yazmış göndermiş. Zamanı gelmiş açıklanmıyor sonuçlar. 15 gün beklemiş sonra aramış, adamlar bir türlü açıklamıyor, “çok başvuru yapıldı, henüz bitiremedik”. 15 gün daha derken, sonuç iki ay daha gecikmiş. Karısı evde yiyecek bir şeyler yok, kahvaltılık al deyince, “şimdi param yok, birazdan arayacaklar, para gelecek”. Gerçekten de bu sabahın keyif kaçırıcı diyalogundan 45 dakika sonra aramışlar, ödülü Ahmet’inkiyle bir başkası arasında paylaştırmışlar. Bu anekdotu Ahmet hastanede anlatıyor: sonra hemen bir kesme yapıp, Kurosawa’ya geçiyor. Kurosawa’da bir film yapmış aynı zamanda bir fabrikada çalışıyormuş. Kriz olmuş, işten çıkarmışlar, uzun bir yürüyüşle evine dönerken, düşünüyormuş, “önümüzdeki altı ay çocuklarla hep birlikte pirinç lapası yiyeceğiz” diye. Tam eve gelmişken karısı demiş ki “filmin Venedik Film Festivaline seçilmiş”. Kurosawa bunu duyunca, filmin başarısına değil de, çocukların yalnızca pirinç lapası yemekten kurtulmasına daha çok sevindim diyor. Uluçay’ınki de o hesap, ödüle değil de, çocuklara kahvaltılık alabilecek olmama daha çok sevindim diyor.
Uluçay’la konuşanlar Türkçe’deki her sinema kitabını okumuş birisi olarak anlatıyorlar, böyleleri azdır, benim gibi, bende bir tarihe kadar her kitabı okumuştum. Ama şimdi okunamayacak denli o kadar çok kitap yazılıyor ki, epey bir sinema kitabını “farelerin kemirici eleştirisine” bırakmak zorunda kalıyoruz.