‘Agos’un bulunduğu binayı solunuza alıp, Harbiye’ye giden yolun ilerisine baktığınızda yüksek bir bina gözünüze çarpıyor, Hilton galiba…

‘Agos’un bulunduğu binayı solunuza alıp, Harbiye’ye giden yolun ilerisine baktığınızda yüksek bir bina gözünüze çarpıyor, Hilton galiba… Rüzgârın şiddetle savurduğu kar taneleri arasında heyula gibi görünen bu yüksek binanın tepesinde bir bayrak var. Çok yalnız görünüyor. Eh, bu bir sembol sonuçta, yalnız olsa ne olur, olmasa ne… Ama yine de, insanı etkiliyor, çünkü sembollüğünü yaptığı gerçekliğin, çoraklığını hatırlatıyor. Tüm sembollerin kaderini gösteren bu bayrak güneşli bir günde nasıl görünür bilmiyorum, çünkü ben bu manzaraya ancak ocak ayında, ancak ‘Agos’un önünden bakabiliyorum.
Antidepresanların işlevsizleştiği bir kaygı ve huzursuzluk haliyle, içinde bulunduğum kalabalığı oluşturanlardan özellikle genç çoğunluğun niçin böyle tuhaf davrandığını düşünüyorum: Arkadaşlarıyla buluşabilmek için sürekli telefonla konuşuyor ya da mesajlaşıyorlar. Giderek sinirleniyorum, “Hay telefonunuza!” diye haykırmak geliyor içimden, “Burası randevu mekânı mı, arkadaşlarınızla buluşmaya mı geldiniz buraya?!” diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum. Tam o sırada kalabalığı yararak gelip sağ tarafımda duran bir delikanlı, “Şimdi elimi kaldırıyorum” diyor kulağına dayadığı telefona, “Gördün mü? Elimi kaldırıyorum.” Biraz fazla sert bakmış olmalıyım ki, rahatsız olup kalabalıkta kendine yol açarak uzaklaşıyor. Belki de ben her zamanki huysuzluğumla abartıyor ya da yanlış bir açıdan bakıyorumdur, gençler orada arkadaşlarıyla buluşup Hrant’ın anısını çoğaltmaya çalışmaktadır belki… Eşiniz dostunuzla, tanıdıklarınızla bir arada bulunmanın size daha kalabalık ve güçlü hissettireceğini de kabul etmek lazım. Ama yine de, Agos’un penceresinden yapılan konuşmaları dinlemeyen, orada kendilerinden ve arkadaşlarından başka kimse yokmuş gibi davranan, slogan atmadıkları zaman aralıklarında telefonlarıyla ilgilenip ‘anma sonrası’ için planlar yapan bu gençler bana tuhaf geliyor…
Bir de şu aşırı hareketlilik var; özellikle gençler durdukları yerde duramıyor, sürekli kalabalığın içinde yollar açıp bir noktadan başka bir noktaya gidiyorlar. Sadece gençler olsa iyi: Sakalları ağarmış bir adam, elinde fotograf makinesi ve yanında kendisini asiste eden bir genç kızla kalabalığı yararak gelip sol tarafımda duruyor. Arkamdan orta yaşlı bir kadın sesi duyuyorum: “Lütfen yapmayın arkadaşlar, buraya anmaya geldik, lütfen gezinip durmayın.” Beyaz sakallı fotoğrafçı, yanında duran genç kıza “Bu kesin öğretmendir!” diyor gülerek… Adam, anma törenine gelenlerin portrelerini çekmeye başlıyor pervasızca; kim bilir hangi ‘sanat’ çalışmasında kullanacak… “Belki de gazetecidir” diyorum, ama bu, adamın şımarık pişkinliğini haklı çıkarır mı? Bu sırada Sırrı Süreyya Önder’in konuşmasını dinlemeye çalışıyorum ama ne mümkün! Oradaki insanları hiç utanmadan fotograf objesine dönüştüren bir adamla aynı ortamda bulunduğum düşüncesi aklımı dağıtıyor. “Glenn Gould Üzerine 32 Kısa Film” adlı o Brechtyen şaheserin epizodlarından birini anımsıyorum elimde olmadan: Piyano virtüözlerinin en ünlüsü Gould, kiliseden bozma bir stüdyoda biraz önce kaydettikleri bir piyano kaydını dinliyor. Ama nasıl bir dinleme! Kendinden geçmiş, gözleri kapalı, sanki bulutların üzerinde o notalarla uçuyormuş gibi… Bu sırada ses geçirmez camın öbür tarafında teknik masanın başındaki üç eleman, o müthiş müzikle ve o müziği yapan kişiyle aynı ortamda değillermiş gibi, kahveyi sütlü mü yoksa sütsüz mü içecekleri üzerine son derece saçma bir geyik muhabbeti yapıyorlar. Parça bitiyor, Gould gözlerini açıyor, mikrofona uzanıp şöyle diyor: “Tekrar dinleyelim. Sanki yanlış bir şeyler vardı.” Sonunda bana doğru dönen objektife girmemek için geriye doğru yaylanarak sertçe bakıyorum beyaz sakallıya, asistanını da alarak kalabalıkta yeni bir yol açıp başkalarını rahatsız etmeye gidiyor.
Biraz sonra Arat Dink mikrofonu eline alıyor. Çok acı bir öfkeyle, mikrofonu sabit bir noktada tutmadan konuşuyor, bu yüzden ses düzeyi sürekli değişiyor. Fakat mikrofonu yakın tutsa bile dediklerini duyamayacağım, çünkü konuşması sürekli sloganlarla kesiliyor. Konu ne olursa olsun, slogan atmanın çikolata yemeye benzer bir etkisi var; ‘bir şey yapmış olma’nın verdiği rahatlıkla kadehlerin tokuşturulduğu ‘miting sonrası akşamları’na da damgasını vuran, adrenalin-endorfin kokteyliyle tüm bir etkinliği özdeşleşmeci ve arınmacı bir anlatıya dönüştüren bir etki bu… Feci bir üzüntüyle anlıyorum ki, eyvah! Bu davada evvela kalleşçe katledilmiş bir insan evladı olarak acısını duyup hakkını aramamız gereken Hrant, etrafı sloganlarla halelenen bir sembole dönüştürülüyor! Che gibi değil mesela, Hilton’un tepesinde karlı bir rüzgârla sallanan o bayrak gibi bir sembol olmasından, bir ‘miting objesi’ne dönüşmesinden söz ediyorum. Sonra Ümit Kıvanç’ın BirGün’e verdiği röportajı, mahkemeye niçin o kadar az insan geldiğine dair haklı sitemini hatırlıyorum. Buradan bakınca, Hrant’a herkes sahip çıkıyor da davasına kimse sahip çıkmıyormuş gibi görünüyor…
 Sürekli tekrarlanarak anlamını yitirmeye başlayan sloganlar yüzünden dinleyemediğim Arat’ın konuşmasını akşam televizyondan dinliyorum; “Tuhaf bir ülke burası…” diyor.