Hatırlanmadıkça esmerleşir, kararır

Deniz YILMAZ  

Gökhan Yılmaz, yeni öykü toplamı Boşlukdikeni’ni “Boşlukta yaralananlara” ithaf etmiş. Çoğu insanın bir alışkanlığı söz konusu: Etrafı hep kalabalık olsun, kendisi de daima hareket hâlinde bulunsun istiyor. Boşluğa düşmekten ya da savrulmaktan acayip korkuyor. Oysa o da hayata dâhil.  

İşte Yılmaz burada, bu duruma dair kalem oynatıyor öykülerinde: Boşluğun yarattığı etkiyi, bıraktığı izleri, yol açtığı suskunluğu ve gevezeliği anlatmaya uğraşıyor.  

‘İştahı ve ümidi kesen zamanlar’  

Yılmaz, yaşamın anlardan oluştuğunu ve bunlara pek çok şey sığdırıldığını hatırlatıyor. Onlara eylemler de anlam arayışları da dâhil.  

Boşluklarda yürüyen yazar, okurun doldurması veya tamamlaması için de noksanlıklar bırakıyor. Dolayısıyla öykü karakterleri ve hepimiz gibi o da bir arayış hâlinde.  

yor bizi yazar. “İştahı ve ümidi kesen zamanlara” da denk geliyoruz. Dolayısıyla boşluk yaratan, boşlukları dolduramayan ve boşlukta yaşamaya mahkûm eden vakitlerin anlatımıyla çıkıyor karşımıza Yılmaz: Görüp anlatılmayan, haykıracak gibi olup susulan, isyana yeltenip mahcubiyet duyulan zamanlar…  

“Keşke”lerin, yarım kalmışlıkların, öfkelerin, hüzünlerin ironik, sert ve gelgitli hikâyelerini kaleme almış Yılmaz. Fantastik düşlerin, karabasanların, umudun, bilmenin ve hatırlamanın öyküleri aynı zamanda bunlar: “Hatırlamak kendini bilmekle başlar, kendini ilk kez bildiğinde kendinde değildin, kendin değildin” diyenlerle de karşılaşıyoruz geçmişten bir ânı tekrar tekrar yaşayanlarla da: “Amcam esmerdi. Hatırlanmayan insan esmerdir. İnsan hatırlanmadıkça esmerleşir, kararır. Herkes biraz esmerdir. Dağılmış parçaları tozluydu amcamın. Yorgundu. Ben biliyordum. Mühürler gözlerime engel değildi, delip geçmiştim onları. Uykusundan, yerinden kovulmuş birinin bakışsızlığı vardı her bir parçasında. Yine de bazen- ömrünce hiç uyumamış biri gibi duruyor, gözlerimin içine bakıyordu. Onu bir tek ben görüyordum.” 

Yılmaz, “Boşluk anları yaratır mı, yoksa bir anlamsızlığa mı karşılık gelir?” sorusuna yanıtlar veriyor âdeta. Kişinin eksikliğini hissettiği şeylerin anlamına ya da neye denk geldiğine dair kalem oynatıyor. Başka bir deyişle boşluğun suskunluk yaratıp yaratmadığını, yoğun bir konuşkanlığı tetikleyip tetiklemediğini sorgulayarak bir kurgu oluşturuyor. Dolayısıyla benliğin nasıl örselendiğini, ruhun nasıl yaralandığını, mutlulukların nasıl çoğaltıldığını ve geri plana atılan anların nasıl hatırlandığını anlatıyor.  

Yılmaz’ın yaptığı bir diğer şey iç seslere, düşüncelere ve hesaplaşmalara yer vermek. Anlam arayışı, keşfedilen boşlukla yaşama ve o boşluğu aşma yolculuğuna dönüşüyor bu süreçte. Söz konusu seyahatte “koca bir geçmişin gürültüsü” de çıkıyor karşımıza gözünü gölgelere dikenler de… Koltuğunda oturup düşünenler de: “Özel biri olmaktan korkuyor. Yalnızlığından alışkanlıklarıyla kurtulabileceğine inanmak istiyor. Aynı saatlerde aynı yerlerde olduğunda katlanabilir buluyor hayatı. Zihni şimdi darmadağın. Bazen olanları olduğu gibi tutan bir hafızası olup olmadığını düşünüyor. Evinde, her zamanki koltuğunda oturup dışarıya bakarken. (...) Alışkanlıklarını çıkardığında geriye kalanın ne olduğu sorusunu evirip çevirerek.” 

Boşlukdikeni, Yılmaz’ın konuşkanlık ve suskunluk, varlık ve yokluk arasında gidip geldiği, anlam arayışlarına yer verdiği öykülerden oluşuyor. Bu on dört öyküyle yazar, bir uçurumla gökyüzü arasındaki sınıra getiriyor karakterleri ve okuru.