Cem Kaya’nın yönettiği ve senaryosunu Akif Büyükatalay ile birlikte yazdığı Aşk, Mark ve Ölüm belgesel filmi Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerin kültürel tarihi hakkında öğretici bir ders niteliği taşımakta.

Hem Oralı Hem Buralı Olmak - Sınırötesi Yaşamların Değişim ve Dönüşümü: Aşk, Mark ve Ölüm
2022 yılında gösterime giren Aşk, Mark ve Ölüm belgeselinde İsmet Topçu.

Emine UÇAR İLBUĞA*

Türkiyelilerin Almanya’ya göç tarihi, göçmenlerin gittikleri ülkede yaşadıkları toplumsal, kültürel, ekonomik değişim ve dönüşüm sürecini müzik ile bağlantılı olarak ortaya koyan bir belgesel Aşk, Mark ve Ölüm. 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında Türkiye’den Almanya’ya işgücü göçü ile gelen göçmenlerin her biri sahip oldukları farklı ekonomik, kültürel ve sosyal sermayeleri ile geldikleri ülkelerde birlikte yaşadıkları yurtlardan (Heim) başlayarak ağırlıklı yerleştikleri semtlerde kendilerine yeni bir yaşam alanı yaratmaya başladılar. Türkiye’den Almanya’ya köy, kasaba ve kentlerden gelen binlerce göçmenin öncelikli amaçları ise ekonomik olarak kendilerini bu süreçte güçlü kılmaktı. Geride bıraktıkları aile üyeleri ve memleketlerinin hasreti bir yanda geçmişte yaşadıkları acı, tatlı anılarla iki ülke arasında gidip gelen yaşamları öte yanda her daim uyum sorunu, yabancı düşmanlığı ve dilden kaynaklanan sorunlarla mücadele etmek zorunda kalsalar da bir arada ve dayanışma içinde zorlu yaşamlarını çekilir kılan âşık atışmalarından gazino eğlencelerine, Türkiye’nin popüler müzisyenlerinin konserlerinden, müzik ve video kasetlere kadar müzik yaşamlarının herzaman merkezinde oldu. Göçmenler bu süreçte bir yandan içine kapalı öte yandan iş yaşamı ve çocukları aracılığı ile dışarı açılan bir sosyokültürel çeşitliliği yaşarken hem değişip dönüştüler hem de değiştirip, dönüştürdüler ve bugün Alman göç toplumunun önemli bir parçası oldular.

Almanya’da İşçi Sınıfının Hak Arayışında Göçmenlerin Hikâyesi: 1973 Ford Grevi

Alman işçi sınıfı ve sendikalarının mücadele alanını genişleten ve tarihe 1973 Ford grevi olarak geçen ilk göçmen işçi grevini başlatan en önemli sorunların başında Türkiyeli göçmen işçilerin çalışma koşulları, aldıkları ücret farkı ve yıllık izinlerin yetersiz olmasıydı. Ford fabrikasında montaj işçileri çoğunlukla Türkiyeli işçilerden oluşmaktaydı ve aldıkları ücret daha düşüktü, ayrıca her yıl onlarca ölümlü kaza nedeniyle yıllık izinleri kâbusa dönüşen ve bu uzun yolculuklarda izinlerinin önemli bir bölümü yollarda geçen işçilerin birçoğu memleketlerinde sağlık raporu alarak izinden geç dönüyorlardı.

Fabrika insan kaynakları müdürü Türkiyeli göçmen işçilerin izinden geç dönmelerini gerekçe göstererek çok sayıda işçiyi işten çıkardı. Bunun üzerine 4 Ağustos 1973 yılında gece vardiyasında çalışan işçilerin başlattığı iş bırakma eylemi, Alman ve farklı ülkelerden göçmen işçilerin de katılımıyla giderek büyüdü. Ancak IG Metal işçi sendikası bu izinsiz grevi desteklemedi. Basının Türkiyeli işçileri dışlayıcı haberlerine, sendikanın mesafeli duruşuna ve grev kırıcılara rağmen işçiler saat ücretlerinin artırılması, izinlerin 6 haftaya çıkarılması ve farklı ücret uygulamasının ortadan kaldırılmasına yönelik talepleriyle grevi büyüttüler ve “Misafir İşçiler” (Gastarbeiter), hak verilmez alınır şiarıyla hem haklı mücadelelerini sürdürmeyi başardılar hem de “misafir” değil kalıcı olduklarını deklare ettiler.

Köln Bülbülü: “Almanya’ya Mecbur Ettin Beni Beni”

Yönetmen Cem Kaya Aşk, Mark ve Ölüm (Liebe, D-Mark und Tod) adlı belgeselinde Türkiyeli işçilerin Alman ekonomik mucizesindeki etkileri yanında, Türkiye’den Almanya’ya göçün hikâyesini müzik üzerinden ve eski arşivlerden yararlanarak ortaya koyarken hem birinci kuşak göçmenleri kendi geçmişleriyle yüzleştiriyor hem de onların hikâyesini bugünkü kuşaklara taşıyor.

1962’de Köln’e işçi olarak gelen Metin Türköz, Yüksel Özkasap şarkılarıyla, işçilerin gündelik hayatlarının zorluğunu, yalnızlıklarını, geride bıraktıkları ülkelerine, sevdiklerine özlemlerinin sesi oldular. Onların açtıkları kaset ve video dükkânları, Türkiye’den gelen popüler müzisyenlerin konserleri Alman medyasında ya çok az yer aldı ya da hiç görülmedi. Buna karşın göçmenler Alman medyasında daha çok klişe tiplemeler, kriminal haberler ya da ötekileştirici bir dille yer bulabildi. İlk kuşak göçmenlerin kendi içine dönük kültürel yaşamları bugün yeni kuşak göçmenler aracılığıyla siyasetten müzik dünyasına, sinemadan tiyatroya ve edebiyata uzanan geniş bir yelpazede Almanya’da kendine haklı bir alan açtı.

12 Eylül 1980 Askerî Darbesi ile Türkiye’den Almanya’ya sığınmak zorunda kalan siyasi göçmenler ile birlikte yeni bir Türkiyeli göçmen profili de oluştu. Ayrıca Derdiyoklar, Cem Karaca, Cartel gibi müzisyenler eleştirel şarkılarını her iki dilde de söylemeye başladılar ve Alman televizyon kanallarına davet edildiklerinde aksansız bir Almanca ile kendilerini ifade ettiler, buna karşın kendilerini evde hissedemediler ve onlara evde oldukları hissi verilemedi.

İşte bu film tam da yoğun yaşanmış bir dönemi, duyulmayan sesleri, görülmeyen bir kültürel tarihi bugüne taşıyor. Üstelik Doğu ve Batı Almanya olarak ayrılmış ülkenin 1989 yılında Berlin Duvarının yıkılmasına kadar kapalı kalan Berlin’deki Bülowtrasse metro istasyonunun Türkiyeli göçmenlerce bir dönem gerilla tipi bir eğlence mekânına dönüştürüldüğü, dansların, eğlencelerin, konserlerin yer aldığı, kısaca bir dönem göçmen işçilerin renkli günlük yaşamlarına, eğlence dünyalarına da bir pencere aralıyor. Bugün birinci kuşak göçmenlerin önemli bir bölümü emekli ve geçmişe ilişkin zorlu ve aynı zamanda renkli dünyalarından habersiz büyüyen genç kuşaklara bu dünyanın taşınması bugünün koşullarında çok önemli ve bugün yeni kuşak Türkiye kökenli hip-hop ve rap yapan müzisyenler Almanca sözlerle toplumda ötekileştirilen yaşamlarını anlatmaya devam ediyorlar.

Filmin yönetmeni Cem Kaya Altyazı dergisinde Aslı Ildır ve Ekrem Buğra Büte ile yaptığı söyleşide[1] “anne babalarımız arabesk müzikle isyan etti ama o müzik bizim için geçerli değildi. Bize farklı bir müzik gerekiyordu o dönem. O da hip-hop oldu” diyor. Müzik insanların acılarını, feryatlarını, mücadelelerini, direnişlerini, aşklarını, kayıpların ardından yaşadıklarını hüzünlerini, sevinçlerini ifade ettikleri en önemli mecra. Arabesk müzik ise Türkiye de özellikle iç göçün yoğun yaşandığı 1970’lerde kırdan kente göç eden insanların yaşamlarındaki umutsuzluklar, başarısızlıklar, acılar ve feryatlarının bir dışavurumu olarak oldukça fazla dinleyici kitlesine sahip olan bir tür olarak öne çıktı ve o yıllarda TRT’nin yasaklarına rağmen, izleyicilerin konser salonlarını doldurduğu, plak ve kasetleri en fazla satılan arabesk müzisyenlerdi. Bir yandan siyasal karmaşa, öte yandan ekonomik sorunlar, giderek artan gecekondular, modern kent yaşamı ile kırsal yaşam biçiminin kesiştiği noktada arabesk müzik yeni iş alanları, işsizlik, alışık olduğu güvenli ortamdan uzaklaşarak kent çeperinde yeni kurulan hayatların en önemli ifade biçimi olarak halkın önemli bir bölümüne hitap ediyordu ve uzun yıllar orta sınıfın mesafeli durduğu arabesk müzik, giderek toplumsal sorunların bireyler üzerindeki etkisi bakımından önemli bir kültür ürünü olarak görülmeye başladı ve Almanya’ya göç eden işçilerle birlikte arabesk müzik pazarı için Almanya önemli bir merkez haline geldi. Özellikle 1970 ve 1980’lerde milyonlarca satan Türk müziği kasetlerinin üzerinde Türküola ve Minareci müzik şirketlerinin adı yazıyordu ve bu kasetlerdeki şarkıların tamamı Almanya’da kayda alınmıştı.

Sonuç olarak Cem Kaya’nın yönettiği ve senaryosunu Akif Büyükatalay (Oray, 2019) ile birlikte yazdığı Aşk, Mark ve Ölüm belgesel filmi Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerin kültürel tarihi hakkında öğretici bir ders niteliği taşımaktadır. Bu tarihin içinde göçmenlerin ilk uzun yolculukları, karşılaştıkları ırkçılık, aile birleşimiyle gelen çocukların tek kelime Almanca bilmeden okullarda Alman yaşıtları arasında var olma sancıları, ev ve okul arasında gidip gelen gerilimli yaşam koşulları ve ebeveynlerinin zorlu yaşamları gibi, aynı zamanda eğlenceli ve renkli dünyalarının bir hikâyesi bu. Cem Kaya filminde Almanya’daki Türk müziğinin öyküsünü gerçek bir görüntü hazinesiyle, göçmen işçilerin kültürel yaşamlarını ve bu yaşamın değişip dönüşme sürecini toplumsal bir deneyim olarak kültürü ve homojen bir Türkiyeli kültürünün olmadığını da bize gösteriyor.

[1] Cem Kaya ile Aşk, Mark ve Ölüm Üzerine Söyleşi: Tarihi Müzikle Anlatmak, Altyazı, 23 Eylül 2022.